3 Ocak 2013 Perşembe

Anneannemin Salonu

Faruk Uzun

Uzun zamandır yazmak istediğim bir konu, karşılaştığım iki fotoğraf çalışmasıyla kendini yeniden hatırlattı. Birisi, Amerikalı fotoğraf sanatçısı Chris Jordan tarafından hazırlanan “Tüketimin Çevreye Etkileri” temalı fotoğraf projesi*, diğeri ise arkadaşım Mustafa Gökay’ın çektiği “Birsen Teyze’nin Salonu”**. Tüketim alışkanlıklarımızın bugününe dair yorumların arasında, yarına dair bir yorum da benden olsun istedim.

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

Sonsuz kapasite izlenimi veren üretim faktörleri içinde, hayatlarımıza girip-çıkan nesnelerin sayısı da sonsuza gidiyor. Sahip olduklarımızın sayısı arttıkça, elde etmekten, sahip olmaktan duyduğumuz hazzın süresi azalıyor. Bir modele elimiz giderken, henüz cebimizin yetmediği üst modele sahip olma hırsı içimizde fokurduyor. Sahip olanlara nimet, yoksun olanlara imtihan formülüyle açıkladığımız “ilahi adalet”e imanımız sorgusuz.

Böyle bir düzen içinde sürdürülebilir refah yeşerebilir mi? Varsılın her lokmasına binlerce yoksulun gözünün değdiği bir sofrada can boğazdan geçer mi? Elbette vicdan barındıran bedenler için, toplumda kök salan adaletsizlikler büyük sorumluluklar barındırıyor. Bu haftaki yazım, yukarıda bahsettiğim gelir dağılımındaki adaletsizliklere varmadan, değişen tüketim alışkanlıklarımızın bireysel ve toplumsal hafıza üzerindeki etkilerine dair düşüncelerimi barındırıyor. Yapabilirsem, sonraki haftalarda paragraf başındaki sorulara yönelik yorumlarımı da derinleştirmeye çalışacağım.

Mustafa’nın çalışması, beni tüketim alışkanlıklarımızın bireysel tarihimize etkisi üzerine düşündürdü. Belki son neslini yaşayan “evladiyelik mobilyalar”, anı ve sembol yüklü vitrinler, 5 yılda bir yeniden modanın gözdesi olan gül ağacı konsollar... Bazen kendi evimde bile görmekten sıkıldığım bu eşyalar, belki de en çok babamın zihnimde klişeleşmiş bir sözüyle anlam kazanıyor: “Biz yeni miyiz ki eşyalarımız yeni olsun.” Kendisinin, yeni ürünlerin yeni nesile yakıştığı ile ilgili bir algısı var. Düşüncemi derinleştirdikçe, aynı algının bende de uzun süredir var olduğunu farkediyorum. Zira geçtiğimiz yıllarda evini değiştiren anneannemi, o yüzleri yıpranmış koltuklu salonundan, neyin nerede olduğunu ailenin en küçük torunlarının bile ezbere bildiği çeyiz konsolundan ayrı düşünmek imkansızdı. Bugün evinde nereye oturursa otursun, onu evin misafiriymiş gibi görüyorum. Gözlerindeki matlıktan, kendisinin de öyle düşündüğünü hissetmek üzücü. Oysa dedemi kaybettikten sonra, daha rahat edeceğini düşündüğümüz bir eve geçmesi kulağa çok cazip geliyordu. Her bir köşesi ile tek tek vedalaştığına inandığım evi ve eşyaları, onun geçmişte tıkılıp kalmasına neden oluyordu. Fakat bugün görüyorum ki, yarından bir beklentisi kalmamış insanların geçmiş ile bağını koparmak, onların hayatlarını almaktan farksız.

Psikologlar, orta yaş-üstü ve unutkanlık belirtileri gösteren insanların, yaşam alanlarını mümkün olduğunca aynı tutmak gerektiğini, eski eşyaların onların zihinlerinde birer köprü görevi gördüğünü belirtiyor. “Yalnızca yaşlılar mı?” diyorum. Bence ilişkisel tarihimize tanıklık eden o nesneler, mekanlar, 7’den 70’e herkesi hayata bağlıyor. Anneannemin salonuna ait detaylar zihnimden silindikçe, orada yaşanan bayramlar ve çocukluğumun “salon yanı” da, belirsizleşiyor. Bir an kendimi, o salonun ev sahibi yerine koyuyorum. Yaşım ilerlemiş. Artan unutkanlığım, anılarımın çoğunu silmiş. Nereden, nasıl geldiğimi dahi hatırlamadığım bir evde günlerimi geçiriyorum. Fiziksel enerjisi tükenmiş, yeni deneyimlere kapanmış bedenimin, kemiklerimi eriten, sırtımı büken, yüzümü kırıştıran onca seneye dair anısı kalmazsa, yaşıyor olmamın ne anlamı kalır?

Yazdıklarımın, geçmişteki yaşam tarzlarına dair bir özlem olduğunu düşünmüyorum. Bugün eski mobilyaların, demode olmuş sehpaların sakladığı anıları arşivlere sığmayan resimler, videolar saklıyor olabilir. Yarın, her saniyesini paylaştığımız anlar sayesinde “unutkanlık” hastalıklar literatüründen silinebilir. Bilmiyorum. Bildiğim; sahiplik duygusu insanı tatmin etmiyor. Fiziksel ve psikolojik anlamda tatmini sağlayan, ait olma hissi. Bir eve sahip olmak değil, o evde yaşananlara ait olmak. Daha iyi bir hayata sahip olmak değil, yaşadığımız hayata ait olmak. Hızlanan ve doyumsuzlaşan tüketim alışkanlıklarımız, sahip olma hırsımızı kamçılıyor fakat ait olma tutkumuz yaralanıyor. Nacizane, gardoplarımızda kiminle, nereden aldığımızı hatırlayacağımız kadar kıyafet bulundurmayı, evlerimizde yassı kutularda taşıyabileceğimiz kadar, uzun yıllar anılarımızı da paylaşabileceğimiz mobilyalara yer açmayı daha insani buluyorum. Giydiklerimiz bedenlerimizde, bizler kendi evlerimizde misafir olmayalım diye. El-hak misafirliğe talebimiz varsa, Dünya’ya olan misafirliğimiz bize bir ömür yeter; onun da hepi topu uzunca yolda bir an gölgelenmek kadar.

Kutsal saydıklarınızın selamı üzerinize olsun.

*Tükettiklerimiz Nereye Gidiyor? (Chris Jordan)
**Birsen Teyze’nin Salonu (Mustafa Gökay)

(!) Bu yazı ilk kez ebedi dostum, edebi üstadım ve fikri muhalifim Cesur SUNAR ile birlikte ürettiğimiz ikifikir isimli blogda yayınlandı. Hayatın farklı alanlarına dair denemelerimize ikifikir.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz.