26 Mart 2012 Pazartesi

Faust İkilemi Üzerinden Türkiye’de Bireysel Tasarruf Eğilimleri

Faruk Uzun

Giriş

“Yeni yüzyılın en küresel tartışma konuları” isminde bir liste yapılsa, fikrimce tasarruf tedbirleri, yeni enerji kaynakları arayışı ve doğal kaynakların geri kazanımı listenin ilk beş sırasında yer bulurdu. Dünya çapında tartışıldığını ve milyarlarca insan tarafından hakkında çözüm arandığını varsaydığımız konular hakkında hala bir arpa boyu yol kat edememiş olmak, doğal bir sonuç gibi görünmüyor. Ya çözüm arıyor gibi görünen otoritelerin kurtuluş reçeteleri kendi hastalıklarından ötesine şifa vermiyor, ya da bireysel olarak Dünya’nın geleceği hakkında konuştuğumuz kadar endişe duymuyoruz. Daha ironiği, faydanın bugünü ve geleceği arasında yaşadığımız bu ikilem aslında insanın varoluşundan beri süregeliyor.

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

Karşısına çıkan her probleme çözüm bulmakla övünen insan aklı, davranışlarına temel teşkil eden en önemli ikilemini aşmakta çaresiz kalıyor. Harvard İşletme Okulu profesörleri de yaşadığımız arada kalmışlığı Faust İkilemi olarak kavramsallaştırıyorlar. Yirmibirinci yüzyılda insana yönelik bir sorunu açıklamak için, onsekizinci yüzyılda yaşamış bir yazarın eserine gönderme yapılıyor. Bence bu referans, eserin sahibinin ne kadar nitelikli bir yazar olduğunu gösterdiği gibi aynı zamanda çağları eskiten insan ırkının da temelde ne kadar aynı kaldığını anlatıyor.

Faust İkilemi

İkileme ismini veren eser, Wolfgang von Goethe’nin 1806 yılında yayınlanan Faust isimli şiirsel oyunu. Eserde, Faust isminde bir akademisyenin hayatın anlamını yitirdiğini düşündüğü bir dönmde şeytan (Mefisto) ile yaptığı anlaşma betimlenir. Anlaşmaya göre şeytan, Faust’a istediklerini elde etmesi için yardım edecek, buna karşılık Fasut da ruhunu şeytanın emrine verecektir.

İkilem, Faust’un şeytanla yaptığı bu alışverişe gönderme yaparak insanlığın günlük zevkler ve yaşam tarzlarını uzun vadade insanlığın tamamına faydalı olacak kararlara tercih etmesi sorununu masaya yatırıyor. Şimdiki zamanın zevklerini öne çekmek için mümkün olduğunca fazla kaynak kullanmak mı? Yoksa gelecek zamanı yaşanabilir kılmak için bugün sahip olunan kaynakları idareli kullanmak mı? Bu yazı, Faust ikilemini küresel tercihler noktasından daha bireysel bir çizgiye çekiyor. Faust’un arada kalmışlığı üzerinden Türkiye sosyo-ekonomik yapısı ile şekillenen bireysel tasarruf eğilimlerine bir yorum getirmek, toplumsal sorumluluk algılarımıza yeni bakış açıları kazandırabilir.

Türkiye’de Hane Tasarrufunun Önündeki Engeller

İkibindokuz ve ikibinon hane halkı bütçelerine göre, Türkiye’de 19 Milyon haneden yüzde 55’i tasarruf edebiliyor, yüzde 45’i ise kazandığından fazlasını harcıyor.* Tasarruf yapan kesimden ise işyerleri ile anlaşmalı emeklilik sigortaları ve kurum içi tasarruf fonları düşüldüğünde aylık gelirinin üzerinde harcama yapan hane oranı yüzde 60 seviyelerini buluyor. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECB) ülkeleri arasında Türkiye bu tasarruf oranlarıyla 15 ülke arasında 11. sırada yer alıyor. Türkiye’den düşük ortalamalı ülkeler ise ekonomik hacmi bakımından tasarruf ihtiyacı görece düşük ABD, İngiltere ve Brezilya. Dördüncü ülke olan Yunanistan’ın ise sergilediği tasarruf performansıyla bugün vardığı noktayı izlemeye devam ediyoruz.**

Davranışsal teorilerin defalarca ortaya koyduğu üzere, bir davranışı onu çevreleyen diğer etkenlerden bağımsız düşünmek, davranışı açıklamada önemli eksikliklere yol açabilir. Bu eksiklikleri giderebilmek adına, özelde bireysel genelde ise toplumsal olarak “tasarruf” davranışının diğer sosyal dinamiklerle ilişkisine bakmak yapılacak analizde faydalı olabilir. Ayrıca Türkiye’de tasarruf davranışına yönelik yorumlarımıza farklı dinamikleri dahil etmenin, ortaya çıkacak yorumu salt eleştiri düzeyinden sıyırıp yapıcı-açıklayıcı hale getireceğini düşünüyorum.

Türkiye’de bireylerin tasarrufa yönelmiyor olmasında iki temel etken öne çıkıyor. Öncelikle, insanların tasarruf “edememelerine” neden olan etkenden bahsedilebilir. Türkiye’de insanların önemli bir kısmı, tasarruf etme tercihini yapabilecek konuma gelmeden önce, tasarruf edemiyor olmanın derdi içerisinde bulunuyorlar. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye’de insanlar tasarruf edebilecekleri kadar para kazanamıyor. Dahası, pek çok hane birden çok kredi kartı limitine sahip ve birinden çektiği nakit avans ile diğerinin minimum ödeme tutarını kapatıyor. -Bu yöntemi kullanan hane sayısı o denli fazla ki, 2010 Kasım ayında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu üç aydan fazla minimum tutar ödeyen müşterilere nakit avans çekme yasağı getirmek istemiş, fakat ortaya çıkacak tablonun vehametini hesapladıktan sonra bu talebinden vazgeçmişti.- Keskin bir tel üzerinde yalınayak yürümeye eş bu yolculukta borcun üzerine biriken faizler, borçlu haneleri her geçen gün daha fazla ezen bir yük olarak etkisini devam ettiriyor.

Tasarruf sepetinin altını delen ikinci etken olarak, Türkiye toplumsal yapısındaki “tasarruf” bilincinin her geçen gün etkisini yitiriyor olması gösterilebilir. Fikrimce bu bilinç, Dünya hafızasından siliniyor. Düşük gelire sahip olmak, tasarruf edemiyor olmanın bir nedeni olabilir. Fakat yüzde 5, yüzde 10 gibi tasarruf oranları Türkiye kişi başına milli geliri için imkansız görünmüyor. 800 TL gelir üzerinden 50 TL tasarruf yapmak, en az ekonomik yeterliliğe duyduğu ihtiyaç kadar tasarruf bilincine de ihtiyaç duyuyor. Bilinç konusunu “tüketim toplumu olduk çıktık” yüzeyselliğinde tartışmamak adına, bu noktadan sonra tekrar Faust İkilemi üzerinden ilerlemeye çalışacağım.

“Yarın” Algısının Tercihlerimiz Üzerindeki Etkisine Dair

İkilem ile ilgili Harvard Business Review’de yayınlanan bir makalede***, çarpıcı bir örnek yer alıyor. 2010 yılında gıda üretim devi Frito Lay, SunChips cipsinin paketlerinde bir değişikliğe gidiyor. Değişikliğe göre yeni paketler doğada tamamen çözülebilir nitelikte. Fakat hevesle piyasaya sürülen yeni ürünler, aynı hevesle geri dönmüyorlar. Bir kaç ay sonra satışlar yüzde 10 düşüyor. Ürün içeriği aynı olduğundan, ambalaja yönelik yapılan memnuniyet araştırmasında tüketicilerin yeni paketi fazla “hışırtılı” buldukları sonucuna ulaşılıyor. Daha sonra şirket eski tip pakete geri dönüyor ve çözülebilir olanın hışırtısını giderebilmek için yeni yollar arıyor. Bugünün hışırtısını, yarının kıtlığından daha dayanılmaz buluyoruz.

Arkadaş sohbetlerinde timsah gözyaşları döktüğümüz çevre kirliliği, ekonomik krizler, küresel ısınma, doğal kaynakların aşırı tüketimi gibi konularda gerçekten kaygılanıyor muyuz? Uzağımızda olduğunu düşündüğümüz yangının kendi evimizi kavuruyor olduğunun farkına varamıyor muyuz? Neden sağlam inşa etmediğimiz her evin üstümüze yıkılacağını, tasarruf etmekten erindiğimiz her liranın borç hanemize yazılacağını kabul etmekte bu denli inatçı davranıyoruz? Sanırım Faust İkilemi, bu sorulara cevap bulmak adına önemli ipuçları içeriyor.

Etik bir değer olarak “yarın” bizim için ne ifade ediyor? Belirleyebilmek önemli. Çünkü ancak yarını tanımlayabildiğimizde onun için bugünümüzden fedakarlık yapıp yapamayacağımıza karar verebiliriz. Her hücrenin sayısız başka hücre ile etkileşime geçebildiği bir yüzyılda, evet; Türkiye’de tasarruf oranları neden artmıyor? sorusunun cevabını da küresel boyutta düşünmek gerekiyor. Cevabı, her yeni güne savaş sinyalleri ve kriz uyarılarıyla giren insanların zihninden düşünmek gerekiyor. Görünen o ki insanlar, savaşlarla dolu bir yarına tasarruf götürmektense, ellerindeki imkanlarla bugünü mümkün olduğunca keyifli kılmaya çalışıyorlar. Global ısınan bir dünyaya çocuk getirmektense, kendilerini çocuklar gibi şen kılmanın hesaplarını yapıyorlar. Bu yönüyle, “tüketim kültürü” dediğimiz olgu insanları silah zoruyla tüketime zorlamaktan ziyade, onlara hala yaşıyor olduklarına dair geçici de olsa bir umut veriyor. Yarınlarda hayat belirtisi göremeyen bizler, geçici de olsa bulduğumuz umutlara sarılıyoruz. Öyleyse çözüm önerilerimizde zanlı olarak tüketim kültürünü taşlamak, bindiğimiz kurtuluş kayığına koca bir taş koymaya benziyor. Herşeyden önce, uğruna tasarruf etmeye değer bulduğumuz yarınlara ihtiyacımız var. Mevcut siyasi ve ekonomik otoriteler, yarınlara dair bu güveni sağlayamıyorlar.

Çözüm önerileri kapsamında, yukarıda bahsettiğim soruna yönelik iki başat etken üzerinden gidilebilir. Fikrimce bu doğrultuda Türkiye’de insanların tasarruf edemiyor olmasına neden olan gelir yetersizliği devlet odaklı bir çözüme ihtiyaç duyuyorken, tasarruf bilinci meselesi aynı oranda sivil toplumun dinamizmine ihtiyaç duyuyor. Devletler, kanlı tarihleriyle muhtaç olduğumuz güvenilir ufukları temin etmekte yetersizler. Öyleyse bugün alacağımız tedbirlerin yarını şekillendirmede oynayabileceği potansiyel etkiyi ortaya koymamız gerekiyor. Tasarruf simülasyonlarıyla, toplumsal kalkınmanın bireysel bilinçten bağımsız var olamayacağını anlatmamız gerekiyor.

Bugün “damlaya damlaya göl olur” dediğimizde, zihnimizi “göl taşar sel olur” endişesi kaplıyor. Biz damlalar etrafına örülen duvarları yıkalım, onlar bir bir nehire akar, yarınlarımıza can olur.

Kutsal saydıklarınızın selamı üzerinize olsun


*Türkiye İstatistik Kurumu, Hane Halkı Bütçesi: 2009-2010
**Merkez Bankası, Türkiye’nin Karşılaştırmalı Cari İşlemler Dengesi ve Rekabet Gücü Performansı: 1997-2010
***ASHKENAS, Ron. (2011) “Sustainability’s Faustian Dilemma”. Harvard Business Review içinde.
(!) Bu yazı ilk kez, ebedi dostum, edebi üstadım ve fikri muhalifim Cesur SUNAR ile birlikte ürettiğimiz ikifikir isimli blogda yayınlandı. Hayatın farklı alanlarına dair denemelerimize ikifikir.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz. Aynı yazı, değerli hocam Doç.Dr. Selim ÖZDEMİR tarafından hazırlanan Motivaspirin isimli blogda da yayınlandı. Gösterdiği teveccüh için kendisine teşekkür ederim.


20 Mart 2012 Salı

Ekonomik Kriz Haberlerine Sadeleştirilmiş Bir Katkı: KRİZ 102

Faruk Uzun

Giriş

Uzaydan bakıldığında yerkürenin zamansal açıdan homojen olduğu algılanabilir. Fakat toplumsal açıdan Dünya üzerinde aynı anda birden fazla çağın yaşandığı tarihsel bir gerçek. Farklılıklara dokunabilme imkanımızın hiç olmadığı kadar arttığı bir çağda, “öteki”nin “biz”den farklı olmadığı gerçeğini öğrenmemizin vakti de geldi geçiyor. Zamansal ve mekansal açıdan bağımsız olduğumuzu düşündüğümüz tüm dünya nüfusuyla aynı toprağa basıyor olduğumuzu hatırlamak önemli.

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

Küreselleşmenin sağladığı kültürel yakınlaşmalar gündemlerimizde sıkça yer alıyor. “Mesela internet…” ile başlayan cümlelerde verilen örnekler mesafelerin kısaldığından ve sınırların kalktığından bahsediyor. Bence bu noktada yakınlaşan unsurlara eklemeler yapmak gerek. Etkileşim sürecinde yalnızca insanlar arasındaki mesafeler kalkmıyor. Artık ekonomiler, kültürler, krizler ve doğal felaketler de birbirine hiç olmadığı yakın. Dünya altın piyasası Hindistan’daki düğün mevsiminden etkileniyor, Japonya’yı vuran deprem Türk otomotiv sektörünü etkiliyor, nükleer tesislerde meydana gelen sızıntılar dünyanın nükleer enerjiye bakışını yeni baştan şekillendiriyor. Yakınlaşmanın ve bilgi aktarımının bu denli arttığı yüzyılda, yerel politikaları gezegenin gidişatına göre belirlemek, tavsiye olmaktan çıkıp zorunluluk halini alıyor. Yaşanan her felaket, her kriz hatta her eylem insanlık için birer vaka analizine fırsat veriyor. Gelecek ise doğru analizleri yapan birey, sınıf ve toplumların eylemlerine göre döneceğe&duracağa benziyor.

Okumakta olduğunuz yazının ilk bölümü* bugünün ekonomik yapısına derin etkileri bulunan 2007-2008 ekonomik krizine dair sadeleştirilmiş bir anlatım içeriyordu. Bu bölüm ise küresel ekonomik krizden sonra ortaya çıkan büyük resmi yorumlamaya ve bu resim içinde Türkiye’nin yapısal özellikleri bakımından bulunduğu konuma dair fikirler barındırıyor. Öne sürülen fikirlerin tutarlığını ölçebilmek adına, iki yazının okunup birlikte değerlendirilmesini tavsiye ediyor, yoğun tartışma gündemleri içinde kısaltılmış okuma notları olarak gördüğüm iki bölümün, ekonomiden haz etmeyen zihinlerin güncel okumalarına bir katkı olacağını umuyorum.

“Gelişmiş Ekonomi” Krizi

Mortgage krizi, ikibinyedi krizi, sanal ekonomi krizi… Adını ne koyarsak koyalım, etkileri hala devam etmekte olan son ekonomik krizi öncekilerden ayıran bir başat özellik ortaya çıkıyor: Son ekonomik kriz, bu kez hiyeraşik gelişmişlik piramidine göre işlemiyor. Alışılageldik ekonomik krizlerde; gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşanan ekonomik bunalımlar krizin habercisi olur, gelişmiş ülkeler bu belirtilerden sonra çeşitli önlemler alırlar, kriz küresel boyutlara ulaşmadan gelişmemiş ülkelere yardım ödenekleri ayırırlar ve hem krizin kendi ekonomilerine ulaşmasını önler, hem de gelişmemiş ekonomileri kendilerine bir kat daha bağımlı hale getirirlerdi. Dillere pelesenk olan “ekonomik kriz kapitalizmin can damarıdır” algısı bu sürece gönderme yapıyor. İşte ikibinsekiz krizini kapitalin can damarı olmaktan çıkartıp atar damara atılan ölümcül bir kesik haline getiren fark da tam bu noktada ortaya çıkıyor. Salgın, bu kez yapısal olarak piramidin en üstündeki ekonomilerden yayılmaya başladı.

İpotek karşılığı kredilere artan talep, piyasalarda gerçekte mevcut olmayan bir hareketliliğe neden oldu. Spekülatif olarak artırılan konut fiyatları, pazardaki iş potansiyelini içi hava dolu bir balon gibi şişirdi. İş potansiyeli ve geleceğe dönük yatırım planlarından doğrudan etkilenen borsa, tavan rakamlara ulaştı. İşte “sanal ekonomi krizi” derken, tam da bundan bahsediyoruz. Borsa gibi, reel yatırımlardan ziyade yatırım vaatleri ve öngörüleriyle şekillenen bir bulut sisteminin ilk rüzgarda dağılmasından bahsediyoruz. Sistemin nesnesi, büyümenin aracı borsa olunca, yaşanan krizden en çok etkilenenlerin de geniş borsa hacmine sahip ekonomiler olacağını öngörmek –en azından bugünden bakıldığında- zor değil. Hisse senetlerini, kredileri, borsa işlem hacimlerini vuran bir ekonomik kriz, ilgili kalemlerin en geliştiği ülkelerden başlayarak yayılmaya başladı. Daha fazla gelir elde edenler daha fazla yatırım yapmak istediler, daha fazla borcun altına girdiler ve bu durum gelişmiş ülke ekonomilerinin gelişmekte olanlara oranla daha fazla borçlanmalarına neden oldu. Piyasa fiyatları düşüp borçlar ödenemediğinde –ya da yapılan yatırımın karlı olmadığı fark edildiğinde- ise, gelişmiş ülkeler gelişmekte olanlara oranla daha fazla borcun altında kalmış oldular –ya da zarara daha fazla yatırım yaptıklarından daha fazla zarar ettiler-.

Ekonomisinde yoğun üretim gücü barındıran Fransa, Almanya ve İngiltere gibi gelişmiş ülkeler de, diğerlerine nazaran bünyelerindeki “reel” iş hacminin gücüyle krizin yol açacağı ölümcül darbeyi ilk an için savabildiler. Fakat krizin bir gelişmiş ekonomi krizi olmasının bir diğer yönü, gelişmiş sanayi ülkelerini tehdit etmeye devam ediyor: Bu ülkeler aynı zamanda Euro bölgesindeki en önemli borç verenler olduklarından, krizin iflasa sürüklediği ekonomilerin olası iflaslarından birinci derecede etkilenecekler. Bu yönüyle borçlu ülkelere dair hazırlanan kurtarma planları ve yardım paketleri, Avrupa ve Dünya ekonomisinin geleceğine yön verecek nitelikte tasarı ve kararlar olması nedeniyle büyük önem taşıyorlar.

Büyük Krizin Daha Büyük Resmi

Yukarıda bahsi geçen geleneksel kriz belirtileri, hiyeraşinin tersine dönmesiyle görünmez hale geldiler. Bu nedenle gelişmiş ülkeler, kendi sistemlerine duydukları güvenin de etkisiyle gelişmekte olan ekonomilerde bir belirti görmediklerinden herhangi bir ekonomik kriz ihtimalini akıllarına getirmediler. Avıyla birlikte ağaca çıkmış bir çita gibi, tek tehlikenin yerdeki sırtlandan geleceği düşüncesiyle, gözlerini yerden ayırmadılar. Fakat kriz, bir Amerikan kartalı gibi yukarıdan olağanca şiddetiyle indi ve avı kaptığı gibi göklere çıkardı, yerdekiler bakakaldılar.

Sürecin devamında, krizin nitelik olarak “sanal ekonomi krizi” olmasının iki temel sonucu ortaya çıktı: Birincisi; borsa gibi sanal finansal enstrümanları gelişmiş ülkeler krizden ağır yara aldılar. İkincisi; sanal ekonominin zarara uğradığı bu dönemde üretime dayalı “reel” ekonomiler krizden yara almadan kurtuldular. İki kabile düşünün ki, biri yerleşik hayata geçmiş, diğeri göçebe olsun. Meydana gelen sel felaketinde, elbetteki iki kabilenin zararı farklı olacaktı, öyle de oldu. Yerleşik hayata geçenin evleri yıkıldı, tarlaları, ekinleri sular altında kaldı; göçebenin ise zaten yıkılacak evi, ziyan olacak mahsülü olmadığından çadırını topladı ve yeniden yola koyuldu. Gelişmekte olan ülkelerin krizden görece zararsız çıkmalarını, örneğini verdiğim iki kabilenin durumuna benzetiyorum. İkibinyedi yılında başlayan kriz bir gelişmiş ekonomi kriziydi ve ekonomisi gelişmekte olan ülkeler yukarılarda esen bu rüzgardan minimum düzeyde etkilendiler.

Teğet Geçme Bahsi

Gelişmekte olan ülkeler statüsünde değerlendirebileceğimiz Türkiye’de de kriz haberleri gündemde sıkça yer aldı. “Kriz teğet geçecek” yorumu fazla iyimser bulundu. Lakin bu yorum bir müneccimlik belirtisinden ziyade, gerçekçi bir okuma içeriyordu. 2008 yılında uzmanların bir uyarıda bulunduğunu hayal edelim. Farz edelim, “yüz metre yukarıdan sert bir rüzgar esecek, ağaçlarınız kırılabilir” demiş olsunlar. Bu durumda kendi ağacımızın akibetine yönelik ilk yorumumuz, elbetteki ağacımızın boyuna göre olmalı. İşte Türkiye süreçte bunu yaptı. Kendi ağacının boyunun yüz metreye ulaşmadığını bildiğinden, rüzgar hakkında paniğe kapılmak yerine, büyük ağaçların devrilmesinden kaynaklanacak olası zararlara karşı önlemler aldı. Dış borçlanmasını azalttı, para birimini korudu ve tasarruf tedbirlerine yöneldi. Benzer politikaları uygulayan hemen her gelişmekte olan ülkede olduğu gibi, kriz Türkiye ekonomisinden de teğet geçti.** Bu öngörülebilir sonucu olağanüstü başarılı bir tahmin haline getirenin, siyasi muhalefetin stratejik okuma başarısızlığı olduğunu düşünüyorum.

Yunanistan Parantezi

Yunanistan’ın çöküş sürecine gelinceye kadar onlarca farklı dinamikten söz etmek mümkün. Fakat yazının bu bölümü sürecin detaylı bir analizini yapmaktan ziyade, gelişmekte olan bir ekonomi karakterine sahip Yunanistan’ın neden gelişmiş ülkeler üzerinden ilerleyen bir ekonomik krizde ana aktörlerden biri haline geldiğine dair bir yorum içeriyor.

Reel ekonomi üzerine bina edilmiş gelişmekte olan ülkelerin, krizden yıkıcı ölçüde etkilenmediklerini söylemek Yunanistan hakkında ayrı bir paragraf açma ihtiyacı doğuruyor. Ekonomik olarak gelişmekte olan ülkeler listesine dahil edebileceğimiz Yunanistan’ı yıkıcı dalganın içine sürükleyenin, ülkenin para birimini değiştirerek Euro’ya geçmesi ve bu geçiş sürecinden sonra sosyal hayatın da “Eurolaşma”sı olduğunu söylemek mümkün. Sosyal hayatın Eurolaşması derken, Yunanistan toplumunun Euro gücünü kullanarak ürettiğinin çok üstünde bir hayat standardı yaşamasından bahsediyorum. Çalışan ücretlerinin artması ve refah seviyesinin ülke büyüme oranından daha hızlı yükselmesi halkın algısında “gelişmişlik” hissi uyandırsa da, gelinen noktada ülkenin üretim maliyetini önemli ölçüde arttırdı ve dış ekonomilere karşı rekabet gücünü azalttı. Dönemsel olarak her ekonominin başına gelebilecek kötü gidişatın, Yunanistan için sonun başlangıcı olmasını ise doğrudan Euro ile bağdaştırmak mümkün.

Gelişmekte olan ülkelerin borçlanma ve maliyet problemlerini çözmek için kullandıkları en güçlü araç; para basma politikasıdır. Katı bir ücret indirimine gidilmeden, işçi çıkartmalara başvurmadan, enflasyonun yükselmesi karşılığında ülkeler para basma yetkilerini kullanarak girilen dar boğazdan çıkmaya çalışırlar. Bu düzen içinde Yunanistan’ın para birimini Euro’ya çevirmesi, akıntıya karşı kullanabileceği tek salını da batırması ile eşdeğerdi. Para basma yetkisini kaybetmiş Yunanistan artan iç borçlanmasını sürekli olarak dış borçlanma ile kapatmaya çalıştı ve borçları ödeme zamanı gelip alacaklılar kapıya dayandığında, kapıda hali hazırda sırada bekleyen sayısız alacaklı ile karşılaştılar. Dahası, kapının ardında içi borç senetleri ile dolu bir kasadan başka bir şey yoktu.

Küresel Bir Oyuncu Olarak Türkiye’ye ve Kriz Sonrasına Dair

Türkiye için “küresel bir oyuncu” sıfatı, ülke içinde yoğun milliyetçi söylemler ile örülmüş durumda. Fakat bütün bu ağ ve bağlardan soyutlayarak düşündüğümüzde, demografik ve jeopolitik olarak Türkiye’nin vizyonuna “küresel bir oyuncu olmak” ideailini eklemesinde bir gerçek dışılık görmüyorum. Bununla birlikte genişlemenin iç refah ile paralel artması, seçilecek tüm iktidarlar için en önemli meşruiyet koşulu olarak öne çıkıyor. Türkiye; Dünya’ya barış ve adalet yayma misyonunu üstlenmeden önce kendi topraklarının da yerküre üzerinde olduğunu hatırlamalı ve evrensel ahlakı kendi vicdanından başlayarak yaymalı.

Devletler, Dünya üzerinde yaşanan felaketlerden farklı şekillerde istifade edebilirler. Yaşananları kendi seçmenlerine gösterip kendi hatalarının kapatabilirler ya da eksik ve yanlışlardan ders alıp geleceğe dair uzun vadeli önlemler alabilirler. Hayatın her alanında olduğu gibi, Türkiye yaşanan küresel kriz sonrasında ekonomi alanında da böyle bir ikilem arasında bulunuyor. Dünya ekonomisinin haline acıyıp kendimizle gurur duymak mı? Yaşanan krizin uzun vadeli etkilerini düşünüp toplumsal refahı kalıcılaştırıcı politikalar tasarlamak mı? Politik dil, kendi devamlılığını sürdürebilmek adına kendisinden kaynaklanmayan olumsuzlukları hatalarının üzerine örtmeye meyilli. Öyleyse bu meylin üzerinde sağ duyulu ve yapıcı bir güç oluşturmak, sivil toplumun elinde. Yaşanan ekonomik kriz, yirmibirinci yüzyılda haberleşmenin hızını arttırdığı kadar, krizlerin ve felaketlerin de hızını arttırdığını ortaya koydu. Ayakta kalabilmek için, ekonomik ve sosyal yönden sağlam temeller üzerine bina edilmiş bir toplumsal bütünlük gerekiyor.

Faust İkilemi Üzerinden Bireysel Sorumluluklar ve Sonuç

Goethe Faust isimli eserinde, Faust isimli bir insanın şeytanla karşılaşmasını ve yaşadığı ikilemleri anlatıyor. Harvard İşletme Okulu profesörleri de toplumsal arada kalmışlıklarımızı “Faust İkilemi”*** ile ifade ediyorlar. Buna göre her gün eylemlerimizde idealizm ile pragmatizm arasında bir arada kalmışlık yaşıyoruz. Elimizde buruşturduğumuz kağıdı yere atıp atmamakla ilgili yaptığımız tercih gibi. Bir gün atmıyor ve Dünya’yı kurtarıyor, diğer gün çöp aramaya üşeniyor ve sessizce elimizden bırakıyoruz. Ahlaki standartlarımız yok, bir çok alanda olduğu gibi, ekonomik sahada da etiği içselleştirebilmiş değiliz.

Türkiye içinde bulunduğumuz süreçte krizden dersler çıkarmayı başarmış görünüyor fakat bütüncül bir ekonomik güçlenme için kamu politikalarından daha çok bireysel bilinçlenme önem taşıyor. El birliğiyle ekonomiyi büyütmenin, Dünya’ya hükmetmenin nihai hedef olup olmadığını açıkça tartışmak gerekiyor. Uğruna feda olduğumuz değerler, yoluna heba olduğumuz hedeflere dönüşüyor. Gelişim sürecinde bürüneceğimiz yeni halin daha insani bir biçim kazanması için bu dönüşüme dur diyebilmek önemli ve dur diyebilmek bir tercih yapmayı gerektiriyor. İkilemden çıkmayı, çoğulculuğa ulaşmayı ve aynı bünyede barındırdığımız çoğullar ile bir olmayı…

Önümüzdeki hafta, Türkiye üzerinden bireysel sorumluluklar konusunu genişleterek devam etmeye çalışacağım.

Kutsal saydıklarınızın selamı üzerinize olsun

*Ekonomik Kriz Haberlerine Sadeleştirilmiş Bir Katkı: KRİZ 101 (11.03.2012)
**Ülke ekonomilerinin krizden etkilenme derecesini, toplumdaki bireylerin günlük ekonomik sıkıntıları düzeyinde düşünmemek gerekiyor. “Ülke ekonomisi” makro bir yapıya gönderme yaptığından ölçüm kriterlerini de makro düşünmek faydalı olabilir. Gelir dağılımındaki dengesizlik, insanların bireysel refah seviyeleri gibi oldukça önemli olduğunu düşündüğüm konular bir başka yazının tartışma konusu olabilir.
***Faust İkilemi hakkında alternatif bir okuma için; ASHKENAS, Ron. (2011) “Sustainability’s Faustian Dilemma”
(!) Bu yazı ilk kez, ebedi dostum, edebi üstadım ve fikri muhalifim Cesur Sunar ile birlikte ürettiğimiz ikifikir isimli blogda yayınlandı. Hayatın farklı alanlarına dair denemelerimize ikifikir.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz.

11 Mart 2012 Pazar

Ekonomik Kriz Haberlerine Sadeleştirilmiş Bir Katkı: KRİZ 101

Faruk Uzun

Giriş

Ekonomik krizler –özellikle kapitalist ekonomik sistem içindekiler- yeryüzünde yaşanan depremleri andırıyor. Kimilerinin evleri yıkılıyor, yıkılan evler kimileri için yeni araziler anlamına geliyor ve küre dönüştüğü yeni haliyle dönmeye devam ediyor. Ta ki, varsayılan kıyamet gelip çatıncaya kadar.

Bu yazı; 101 ve 102 olmak üzere iki bölümden oluşacak. Okumakta olduğunuz birinci bölüm, bugünün ekonomik yapısına derin etkileri bulunan 2007-2008 ekonomik krizine dair sadeleştirilmiş bir anlatım içeriyor. 102 kodlu ikinci bölüm ise küresel ekonomik krizden sonra ortaya çıkan büyük resmi yorumlamaya ve bu resim içinde Türkiye’nin yapısal özellikleri bakımından bulunduğu konuma dair fikirler içerecek. Yoğun tartışma gündemleri içinde kısaltılmış okuma notları olarak gördüğüm iki bölümün, ekonomiden haz etmeyen zihinlerin güncel okumalarına bir katkı olacağını umuyorum.

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

Büyük Fayın Kırılma Noktası

2007-2008 ekonomik krizi, içinde bulunduğumuz ekonomik yapının oluşmasında küresel anlamdaki ilk kırılma olarak öne çıkıyor. En yalın haliyle “sanal ekonomi krizi” olarak isimlendirebileceğimiz bu süreçten bahsederek başlayalım: Mortgage krizi ismiyle de aşina olduğumuz kırılma noktasının magma tabakası, 11 Eylül saldırılarına kadar uzanıyor. Dünya gündeminde hala haberlerine rastladığımız saldırı siyasi-ekonomik anlamda mevcut algılarda öylesine depremler meydana getirdi ki, yaşanan devasa ekonomik depremleri dahi bu saldırıların artçısı olarak kabul edebilmek mümkün. Süreç, ikiz kulelerin yıkılmasından sonra Birleşik Devletler’in yeniden istikrar ve güven arayışıyla başlıyor.

Amerika Merkez Bankası bu dönemde piyasaları canlandırmak için faizleri yüzde 1’e kadar düşürdü.* Düşük faizli paraya iştahlı olan bankaların bu oranlarla milyarlarca dolar borç alması, bankaların elinde yüksek miktarda sermaye birikmesine neden oldu. Akabinde bankalar da kasalarındaki parayı daha yüksek faizler ile dağıtarak aldıkları borçlardan kar edebilmek için, müşteri aramaya başladılar. Konut talebinin yüksek olduğu dönemde, düşük faiz ve uzun vadeli Mortgage kredileri ile bankaların aradıkları müşteriler kapılarına geldi: Hane halkı. Konut fiyatları sürekli arttığından orta-üst sınıf aileler, düşük faizli Mortgage kredileri ile ev sahibi olmanın -sahip olacakları evin kısa sürede fiyatını katlayacağı düşüncesiyle- oldukça cazip olduğunu düşündüler. Kullanılan kredi tutarı arttıkça, konut fiyatları da aynı oranda artıyordu. Kredilerini ödeyemeyen ailelerin evleri, ipotek üzerinden mortgage sahiplerine kalıyor ve sahipler evleri yeniden satışa çıkartarak yeni müşteriler ediniyorlardı. Üstelik ev ipoteğe düşünceye kadar ödenilen kredi miktarı da mortgage sahibine kalıyordu. Evvel zaman içinde, kredilerini ödeyemeyen ailelerin sayısı arttıkça, mortgage sahiplerinin elinde kredi ödemelerinden gelen nakit paradan ziyade, konut ipoteklerinden oluşan beton yığınları birikir oldu. İpotekli evlerin sayısı arttıkça, fiyatlar düşmeye başladı.

Konut fiyatlarının düşmeye başlaması, orta-üst sınıf ailelerin zihninde kredili ev almanın uzun vadede kar getiren bir yatırım olmadığı düşüncesini doğurdu. Bu haklı düşünce sonrasında, mortgage kredilerine talep azaldı. Fakat ellerindeki dairelerle kala kalan mortgage sahiplerine, düşük faizle edindikleri borçlarını ödeyecek para lazımdı. 11 Eylül’ün Amerika ekonomi-siyasetine yönelik algıda meydana getirdiği depreme eşdeğer bir sarstını, bu kez bankaların müşteri algılarında meydana geldi. Daha önce borç ödeme yeteneği yüksek olan orta-üst sınıftan gelen başvuruları kabul eden bankalar, paraya olan ihtiyaçlarından dolayı orta-alt ve hatta alt gelir grubuna mensup sınıflara da mortgage kredisi vermeye başladılar. Hatta bazı bankalar, daha yüksek krediler kullandırabilmek için piyasa değeri 1 lira olan evlere 5 lira ipotek değeri biçtiler.** Tahmin edildiği gibi, çok geçmeden düşük gelirli yeni müşteriler de kredilerini ödeyememeye başladılar ve hane halkı-banka-yatırımcı üçlüsünü bir arada tutan fay, kırıldı: Yüksek miktarda kredi kullandırabilmek için değerinden yüksek gösterilen konutlar, yeniden ipotek olarak mortgage sahiplerinin eline geçti ve iş bu konutları satmaya geldiğinde, eldeki konutların 5 lira değil, yalnızca 1 lira ettiği gerçeği bir tsunami gibi tüm finans gökdelenlerinin cephelerini alaşağı etti. İnsanların karnı tokken masadaki tabakta bir düzine köfte olduğunu iddia edenler, karınlar acıkıp köfteler aranmaya başlayınca, tabakta yalnızca bir köfte olduğunu itiraf ettiler. Tok karnına kimse tabaktaki köfte sayısına bakmaya tenezzül etmez fakat açlık başa vurduğunda göz o tek köfteden başkasını görmez. Yaşanan ekonomik kriz, bütün karnı acıkanların tabaktaki tek köfteye saldırmasının yansımasıdır.

Onca Büyük Depremden Sonra, Kıyamet Yakın mı?

Yukarıda özetlenen ekonomik depremler ve köfte savaşlarının şiddetinin ve sayısının artması, doğal olarak söylentiler arasında kıyamet alameti olarak yayılmaya başladı. Son krizler kapitalist dünyanın kıyameti mi? Kapitalizm ölüyor mu?

Küresel ekonomi uzmanı Christopher Meyer, özel mülkiyeti ekonominin bir parçası olarak gördüğümüz sürece kapitalizmin ölmesinin mümkün olmadığını söylüyor ve ekliyor: Kapitalizm insan doğası için en uygun sistemdir. “En uygun sistem” ifadesine katılmasam da, kısa vadede bir kıyamet senaryosu öngörmek zor. Yaşanacak süreç, daha ziyade kapitalin dönüşümü olarak gerçekleşeceğe benziyor. Dönüşüm sürecinde eksilen parçaların yerine daha doğrularını koymak, faydayı tabana yayan enstrümanları sistem içerisinde dahil etmek kıyametvari bir yıkım gerektirmeden oluşacak yeni sistemi daha yaşanılabilir hale getirebilir.

Süregelen ekonomik kriz, üzerinden zaman geçtikçe yeni boyutlarını gün yüzüne çıkartıyor ve bizler yüzeye çıkan özne ve nesnelerden yeni bakış açıları, yeni örnekler ve yeni ibretler kazanabiliriz. Ekonomik ve sosyal sarsıntılarla mücadelede uzun vadeli ve kalıcı çözümler üretebilmek için, edindilen bu tecrübe ve kazançları küresel düzeyde ele almanın hayati önem taşıdığını düşünüyorum. Önümüzdeki hafta, bahsettiğim küresel ele alış üzerinden devam edeceğim.

Kutsal saydıklarınızın selamı üzerinize olsun.

*Merkez bankalarının faiz oranını düşürmesi -piyasanın daha düşük maliyetler ile borçlanmasını sağladığından- devlet ekonomilerinde yatırıma teşvik edici bir politika olarak kullanılır.
**Bankaların kullandıracağı kredi miktarında, kredi ile satın alınacak mülkün değeri ana belirleyici etkendir.
(!) Bu yazı ilk kez, ebedi dostum, edebi üstadım ve fikri muhalifim Cesur Sunar ile birlikte ürettiğimiz ikifikir isimli blogda yayınlandı. Hayatın farklı alanlarına dair denemelerimize ikifikir.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz.