10 Mayıs 2012 Perşembe

Saatleri Ayarlama Enstitüsü Üzerine Bir Yorum

Faruk Uzun

“Hayat benim için iki eli cebinde uydurulan bir masaldı.”

Kaybetmekten yorulmuş, biçare bir adamın doğu ülkesine majeste olma hikayesi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Yoğun bir alegorik anlatıma sahip eser; özelde çıkış yolu arayışlarında kuklalaşan hayatları irdelerken, genelde doğulu babanın modern yetişen oğlunun ergenlik dönemi sancılarını; 20. yüzyılın başlarında dönemin Türkiyesi’ni ve görülemeyen çıkmazlarını zamanını aşan bir evrensellikle gün yüzüne çıkartıyor.

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

Romanda mekan olarak İstanbul tercih edilmiş, lineer seçilen zaman ise ana karakteri çocukluğundan yaşlılığına kadar ele alıyor. Geçen zamanın ise ana karakter Hayri İrdal’ın “hayırlı işler yapan” anlamına gelen ismine de, “olayları sorgulayan, irdelemek” anlamındaki soyismine de bambaşka anlamlar yüklediğini görüyoruz.

Zaman, mekan, insan, toplum, bürokrasi, menfaatler, ölüm, yalnızlık, iletişim, sabır, mutluluk gibi kavramların derinlemesine tartışıldığı romanda genç yaşta eşini, işini, yolunu kaybetmiş bir adamın – kendi değimiyle olabileceklerin en kötüsü olduğundan artık hür bir adam – anlık sıkıntılarına çareler ararken misafir olduğu modern hayatta umduğu ile bulduğu arasındaki uçurum gözler önüne serilerek, Türk toplumunun modernelşme sürecinde yaşadığı arada kalmışlık duygusu vurgulanıyor. Bununla birlikte yazarın “modern”e getirdiği eleştiri yorumlanırken, bunu geçmişe duyulan bir özlem olarak nitelendirmenin de ne derece doğru olacağı tartışılmalıdır. Nitekim yeni dönemde eleştirilen bireysel menfaatlere düşkünlük, etnosentrizm, kitabın ilk kısımlarında geleneksel şark karakterlerinde de kendini göstermektedir. Mesele değişmemek değil, Saatleri Ayarlama Enstitüsünün modern mimari(!) ile inşa edilmiş binasında olduğu gibi, değişim gerçekleştiğinde “arada merdiveni olmayan katlar”a dönüşmemektir.

Değişen toplum hayatı ve siyasi yapıya kapsamlı bir hiciv olarak değerlendirebilecek romanı, gözü kara bir yergi olarak yorumlamak da sağlıklı bir değerlendirme olmayacaktır. Romanda hayatı boyunca sıkıntılar çekmiş, maddi imkansızlıklarına bir türlü çıkar yol bulamamış bir adam olan Hayri Bey, Halit Ayarcı’nın hayatına girmesiyle tüm sıkıntılarından şaşırtıcı bir hızda kurtulmuştur. Kendi içerisinde söylenen yalanın vicdani huzursuzluğu devam etse de, çevresinde meydana gelen beşeri ve ekonomik değişimlere ayak uydurmakta güçlük çekse de, "yeni”nin hayatına getirdiği olumlu etkileri gözardı edemez. Bu yüzdendir ki Halit Ayarcı ile yaptığı tüm etik münakaşalarında Hayri Bey, modern hayata getirdiği tüm eleştirilere rağmen eskiye dönme riskini göze alamaz. Temelinde büyük bir yalan da olsa, -çok yakınları hariç bu yalanı bilen kimse olmadığı düşünüldüğünde- toplum için hayati önem taşıyan bir enstitünün fikir adamı, düşünüşünün ardında yoğun felsefi çıkarımlar bulunan, bir diğer ifadeyle “Halit Ayarcı’nın verdiği şekil ile renkli oyun hamurlarından yapılma Hayri Beyefendi” olmak, yeniden ailesi ve çevresi tarafından önemsenmeyen, cüzi miktarda paralar için dahi içten içe kin beslediği, davranışlarını eleştirdiği kimselere boyun eğmek zorunda kalan, yoksul, “biçare fakat huzurlu Hayri” olma fikrinden daha ağır basmaktadır.

“Bilgi bizi geciktirir... Mesele, yapmak ve yaratmaktadır.”

Yazar sıkça kullandığı semboller ile, ikili zıtlıkları objektif karşılaştırmalar yaparak ortaya koymak yerine – böyle bir tarafsızlığın mümkün olmadığının farkında olarak – onları bireylerin hayatlarına etkileri üzerinden değerlendiriyor. Klasik – modern ikilemini Emine – Pakize kılığına sokarak Hayri İrdal ile evlendiriyor, boşandırıyor, tartıştırıyor, barıştırıyor. Tarihin bilgi birikimini Osmanlı Çınar’ı Muvakkit Nuri Efendi’nin zihninden alıyor, Halit Ayarcı’nın modern ellerinde sloganlaştırıyor, içini boşaltıyor ve gururla yeni mimarilerin panolarına asılan birer beyaz çamaşır haline getiriyor.

“… İşler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. İşleri, onları görecek adamlar icat eder.”

Kitapta toplumsal yapıdan sonra en sistemli eleştiri siyasi yapıya yöneltiliyor. Bürokrasinin temeli adledilen “karar vermede akılcılık”, adeta sistem içinde lüzumsuz onlarca kademe oluşmasına ortam hazırlayan bir düstur olarak ele alınıyor. Öyle ki, Halit Ayarcı da yalanlar üzerine bina ettiği Saatleri Ayarlama Enstitüsünün tüm kararlarını “aklınca” veriyor. Yapılması gerekli görülen bir iş, pek tabi olarak o işi yapacak kişilere ihtiyaç duyuyor ve işe ihtiyaç duyan her birey, yapılması icab eden bir iş yaratıyor.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kurulması, günlük hayatta tüm saatlerin aynı ayara göre ayarlanmasının toplumda bir ihtiyaç haline gelmesi, kendine has kadroları, birimleri, standları ve binalarının oluşması da, Halit Ayarcı’nın Hayri İrdal’da tesadüfen keşfettiği saat ilgisi ve yeteneği olmuştur. Bir başka deyişle; Halit Ayarcı iş yapma ihtiyacı hissetmiş, bürokrasinin tüm prosedürlerine rağmen ve yine o prosedürler sayesinde, kendisi ve hısımlarına uygun kademeler inşa etmiştir.

“-...siz kukla kelimesine kızdınız

- hayır ona kızmadım, kukla olduğumu biliyorum.”


Hayri İrdal romanın alegorik anlatımı içinde geleneksel orta sınıf Türk prototipi çizmektedir. Öyleyse onun hayatını modern öncesi ve modern olarak ikiye ayırdığımızda, bu iki dönem arasındaki geçişin Halit Ayarcı ile gerçekleştiği söylenebilir. İşte bu yeni döneminde, Hayri İrdal’ın kişiliği ile ilgili önemli bir detay göze çarpmaktadır. Yıllarca başına gelen tüm kötü olayları kaderine mal ederek kabullenen Hayri Bey, Halit Ayarcı’nın kendisini de ortak ederek kurduğu yeni dünyada karşılaştığı herşeyi sorgulayan bir adam haline gelmiştir. O kadar ki sonunda, çevresinde kendisinden farklı addederek değillediklerinden ibaret bir kimliğe bürünür. Vakıa yaşadığı ikilem ve kişilik çıkmazlarının, toplum genelinde düşünüldüğünde toplumsal travmaların temelinde, insanların kimlik arayışını ne olduğunun değil, ne olmadığının tespiti ile şekillendirmesinin yattığı görülür. Toplumdaki binlerce Hayri İrdal, bir çok şey değildir; fakat ne olduğu ise kendisinin dahi cevaplayamadığı bir soru işareti halini almıştır.

“Her şey yolunda. Fakat yalnızız. Bütün dünyada yalnızız.”

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Hayri İrdal’ın geçmiş yaşantısındaki geçim sıkıntısı, statü olarak toplumda bir türlü yükselememesi gibi problemlerini hızla gidermiş, ailesiyle arasını düzeltmiş, onu kimsesiz bir hayattan akşam yemeklerinin onur konuğu mertebesine taşımıştır. Bununla birlikte içine dahil olduğu yeni hayat, Halit Ayarcı’nın yalanlarıyla sabun köpüğü kıvamında genişlemekte, fakat büyüdükçe her an patlayacak ve herşeyi eskisinden daha da kötü bir hale sokacak güvensiz bir hal almaktadır.

Hayri Bey dün, Halit Ayarcı’dan, modernden, yeni olandan önce yalnız geleceğine dair belirsizlikler ve kaygılar taşırken, bugün hem bugüne dair Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü bürokrasi içinde önemli bir yere getirebilmek, onu toplum içinde daima bir ihtiyaçmış gibi gösterebilmek için söylenen yalanların verdiği huzursuzlukla yüzleşmek, hem bu düzeni yarın da devam ettirebilecek yeni söylemler üretmek, hem de “modern”in dün ile çelişen yönlerini açıklayamamanın bütüncül ve ağır kaygısının altında kalmaktadır. Dün güne dair sıkıntıları, yarına dair umutları vardır. Yoksuldur, fakat Seyit Lütfullah’ın cinler ile yerini aradığı Kayser Andronikos’un hazineleri bulunursa kurtuluş vardır. Mal varlığı yoktur, fakat Aristidi Efendi labaratuvarlarında altın üretmenin formülünü bulursa toplumda fakir kalmayacaktır. Sıkıntılar bir yalanla ortadan kalktığında, umut yalanın kurduğu yeni dünyanın dışında kalmaktadır. Hayri Bey, kalabalık sokaklar içinde – üstelik yüzüne bakan herkes tarafından tanınıyorken – yalnızdır. Zengin partiler içinde yalnızdır, aile sohbetlerinde yalnızdır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü büyüdükçe, kitlelere yayıldıkça, sınırları aştıkça; ortaya çıkış söyleminin bir yalandan ibaret olmasından kaynaklanan güvensizliği Hayri Bey’i ve sembolize ettiği Doğu-Batı arasında kalan toplumunu sınırlandırmakta ve yalnızlaştırmaktadır. Enstitünün binası yükselmektedir, fakat merdiveni olmayan katları çıkmak ne kadar güven verebilir?

"Psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır."

Güvensizlik ve belirsizlik kaygısı, romandaki karakterlerin geneli üzerinde değil; yalnız Hayri İrdal üzerinde tesir etmiş bir histir. Bu bakımdan toplumdaki değişmenin aksayan yönleri, yalnız olayları sorgulayan zihinler tarafından farkedilen problemler olarak ele alınır. Bir diğer önemli nokta, modernin, bürokrasinin, akılcılığın her fırsatta sorgulamayı, araştırmayı teşvik eder görünen söylemlerinin; eleştiri okları kendi üzerine çevrildiğinde son derece eleştiriye kapalı bir hal almasıdır. Hayatı boyunca realist bir tutum izleyen, olayları gerçekçi, eleştirel bir bakış açısıyla değerlendiren ana karakterimiz Hayri Bey bile, S.A.E’ye eleştiriler getirdiğinde idealist olarak nitelendirilimiş, biraz olsun realist olması yönünde tepkilerle karşılaşmıştır.

“Yeni hayat”ın kendi bilgisini, kendi iktidarını, kendi diktalarını eleştiriye kapalı tutması; romanda değişimin başlama tarihinden - Hayri Bey’in Halit Ayarcı ile tanışmasından - daha öncesine dayanır. Birinci Dünya Savaşı’nda aylarca savaşmış, onca çarpışmanın sonunda hükmen mağlup sayılmış bir takımın oyuncusunun şaşkın ruh haliyle evine dönen Hayri İrdal, henüz yeniden dönüş yaptığı çevresine, işine dair ilk uyum manevrasında kendisini psikiyatr Doktor Ramiz’in muayenanesinde bulur. Milyonlarca insanı yıllarca evinden koparan bir savaşın dönüşünde kendisini birebir aynı yoksulluk içinde bulan bir adamın, içine düştüğü bu kısır döngüyü kırma adına yaptığı bir küçük miras şakası onun psikanaliz sonuçlarına göre “baba kompleksi”ne sahip olduğu kanısını doğuracaktır. Modern tıp, değişen hayat, onun eksik yönlerine dokunan herkese en hassas noktasından dokunmakta, dikte ettiği normale alternatifler geliştiren her sağlıklı bireyi hastalandırmakta, hasta olarak tanımlamaktadır.

“Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır... Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur!”

Toplumdaki tüm saatleri aynı ayara ulaştıracak bir enstitütü, uğruna tahsis edilmiş kadrolar, ofisler, şubeler, modern görünümlü çalışanlar... “Elbette ki bu denli kapsamlı çalışan bir kurumun ardında derin bir düşünce altyapısı, evrensel bir çalışma felsefesi olmalıdır” düşüncesi, hepimizin zihninde enstitütüye dair oluşan ilk yargı olacaktır. Bireysel olarak günlük hayatlarımızı düşündüğümüzde; yapılan bir işin önemli olup olmadığını değerlendirirken – ya da profosyonellik derecesini ölçerken – çalışanların takım elbiseli olup olmamalarına baktığımız gibi, “onca çalışanı olduğuna göre burası çok önemli bir kurum, cam giydirmeli binasına bakılırsa burası ülke adına büyük işler yapıyor” değerlendirmesi ile gizli işsizliğin en büyük destekçilerini takdir etmemiz gibi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü de modernleşen toplumun en takdire şayan kurumlarından biri haline gelmiştir.

Modern düşünüşlü enstitünün topluma tezahürü, bir yenilik, değişim yaratmakla birlikte; bu değişimin kostümlerini klasik olandan, geleneklerden seçiyor olması, normlarının içselleştirilmesini oldukça hızlandırmıştır. Halit Ayarcı Batı’lı enstitüsünün sloganlarını her niteliğiyle Doğu’dan özellikler taşıyan Muvakkit Nuri Efendi’nin sözlerinden seçmiş, kurumun yüzü olarak her köşe başında görülebilecek bir Orta Sınıf Türk Adamı modeli için biçilmiş kaftan olan Hayri İrdal’ı tercih etmiş, getireceği her yeni fikrin ardına toplumun içinden destek verecek bir örnek yerleştirerek toplum için köklü değişimler içeren bir yaşam tarzını, sanki yıllardan beri yaşanılageliyormuş gibi göstererek ve dahi yaşatarak, kollektif bilinçaltında kökleştirmiştir.

Eserde “Zaman ve mekan insanla mevcuttur!” sözünü düstur edinen bir kurumun bünyesinde barındırdığı bireyleri kırtasiye bürokrasisi içinde sınırlandırması, tek tipleştirmesi ve onu yaratıcı özellikleri körelmiş bir “otomat” haline getirmesi, yaşanılan dönemin çarpıklığını ortaya koyan en önemli ironilerden biri olarak öne çıkmaktadır.

“Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder.”

Yazarın romanda ısrarla irdelediği bir diğer önemli husus, bireyin özgürleşme süreci ya da özgürleşememe problemidir. Bu noktada Tanpınar’ın romanda sıkça değindiği “değişimin vaadettiği ile getirdiği arasındaki uçurum”a bu kez özgürlükler açısından eleştirel bir bakış geliştirdiğini görüyoruz.

Bilindiği üzere özgürlük, Türk toplumunda en belirgin şekliyle “dışarıda olan”dır. İzlediğimiz filmlerde hakkında beraat kararı çıkan bir tutuklu karar çıktığında değil, ancak büyük hapishane kapılarının dışına çıkıp, gökyüzüne bakıp, derin bir nefes aldığında özgürlüğüne kavuşur. Kahvehane sohbetlerinde yegane soru “bizim memleketimizde özgürlük mü var?”dır, esas özgürlük A ülkesinde, B kıtasında, fakat behemehal dışarıdadır. Fakat gıpta edilen, özenilen, “dışarıda olan özgürlük” topluma girip yerleştiğinde, kimi kendini devlet dairesinde, kimi büyük şirket gökdelenlerinde, kimi okulda, kimi hastanede, kimi hapishanede bulur. Modern gelir, gözlerimizin içine baka baka bizi sokaklardan alır, birimlerinin yüksek teknoloji ürünü binalarına yerleştirir, adı özgürleşmek olur. Foucault’un deyimiyle “Yaşatma İktidarı”, ellerinde kelepçe ya da ayaklarında prangalar olmayan, özügr görünen bireyin sürekli gözetim altında tutulmasını sağlamak için bu mekansal döngüyü doğumdan ölüme kadar devam ettirerek kontrolü sürekli elinde bulundurmaktadır (Foucault, 1995: 53-54).

Romanda ise “Yaşatma İktidarı”nın, bizzat Halit Ayarcı’nın bünyesinde ete kemiğe büründüğünü görüyoruz. Daha önce –devlet dairesinde çalıştığı dönemlerin dışında- çoğu kez sokakta yürür, insanları gözlemler, sıkıntılarına köşe bucak çare arar, yahut kendisine verilen işleri halledebilmek için dışarıda koşturur vaziyette karşımıza çıkan Hayri Bey, modern tıp ile tanıştığı andan itibaren zamanının tümünü Doktor Ramiz’in muayenanesinde, daha sonra da enstitünün dairesinde, akşam yemeklerinde ve her daim Halit Ayarcı’nın belirlediği sınırlar içinde geçirmeye başlamıştır.

Modern zamanda iktidar kavramının yalnızca siyasi ya da ekonomik otoriteleri kapsayan bir unsur değil, hayatın tüm alanlarında, bireyin ailesinden yakın çevresine kadar tüm küçük gruplarında dahi kendini gösteren bütüncül bir düzenleme süreci olduğu görüşü de yine eser içinde kendini göstermektedir (Anık, 2007: 346-347). Enstitü içinde bulunan her birey, oluşturulan normlar ile kontrol edilmekte, Hayri Bey’in ailesi onun davranışlarını etkilemekte, iş çevresi etkilemekte, sosyal çevresi etkilemekte, toplumun en küçük biriminden en büyük birimine kadar bu normlar matriks bir yapı içerisinde her bir bireye tesir etmektedir.

“Roma imparatorları, krallar, büyük diktatörler hep kendileri gibi düşünsünler diye eşyalarını dostlarına hediye ederlerdi...”

Romanda S.A.E’nin bünyesindeki insanların hayatlarındaki prangaları kaldırmaya yönelik attığı adımların, bu prangaları ayaklardan alarak zihinlere takmaktan öteye geçmediğini görüyoruz. Çalışanların hepsine enstitütüye özel kıyafetler giydirilmesi, onların tek tip şablon içerisinde enstitütünün düsturları dışında düşünemeyecek derecede otomatikleştirilmesi, “Saati kullanan zamanı kullanır, zamanı kullanan hayatı özgürce yaşar” benzeri söylemleri ile büyük zıtlık içerisindedir.

Kurumların çalışanlarını sınırlandırması açısından enstitüdeki işveren – çalışan ilişkisi, günlük hayatta sıkça karşılaştığımız ve kimi zaman bizzat içinde bulunduğumuz “apartman sakini – kapıcı” ilişkisine benzetilebilir. Apartman sakini, tepeden tırnağa onun eski kıyafetleri içinde karşısında duran “apartman görevlisi”ne, kendisine verdiği bir görevi yerine getiremediği için serzenişte bulunur: “biraz insiyatif almayı öğren, kendi başına kararlar ver, eğer sana söylenen yol ile işi başaramıyorsan kendine alternatif yollar üret...” Vücudunun %80’ine daha önce bir başkası tarafından giyilmiş kostümler temas ediyorken, kişinin zihni ne derece kendisi olacak ve nasıl bağımsız düşünebilecektir?

Yazarın yoğun alegorik anlatımı içinde toplumsal eşitsizliklere, kimlik farklılıklarına sıkça gönderme yapılır. O kadar ki, S.A.E. yalnız bünyesinde barındırdığı çalışanlarına değil, nesnelere dahi tesir etmektedir. Hayri Bey’in hayatında önemli bir yere sahip ayaklı bir duvar saati olan “Mübarek” de, enstitünün büyüyüp gelişmesinden payını alacak ve akşam kokteyllerinde sergilenecektir. Fakat gerçek Mübarek Hayri Bey’e ve dahi babasına, dededen miras kalma, yine dedenin vasiyetiyle yapılması istenen bir camiye konulmak üzere satın alınmış, tahta, eski bir saattir. Bu görünümde bir saatin enstitüye yakışmayacağı düşünüldüğünden kokteyllerde Avrupadan ithal, işlemeli, altın varaklı “Modern Mübarek” görücüye çıkartılacaktır. Hayri Bey’i tüm Şarklı halleri, düşünceleri, kusurlarıyla kabul ediyor görünen enstitü, onun hayatında saatlere olan ilgisinin baş kahramanını bile kendi değerlerine göre değiştirmekten geri durmamıştır. Roman boyunca aile vasiyeti caminin yapımını gerçekleştirmesi beklenen Hayri Bey’in, geçen zaman içinde kendisini modern bir enstitü binasının planını çizerken bulması da, şüphesiz “yeni hayat”ın bireylerin kişiliğinde sessiz ve kararlı ilerleyişinin apaçık bir sonucu, göstergesidir. Geleneği, eskiyi şekilci olmakla itham eden yeni, kendi iktidar sistemini kurduğunda ortada içi boş şekillerden başka birşey bırakmamıştır.

“Hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız.”

Hayri Bey’in tasarladığı enstitü binasını modern mimarinin en önemli örneklerinden biri olarak değerlendiren ve takdir eden kurum çalışanları, iş kendi evlerini tasarlamaya gelince bu işin kesinlikle Hayri İrdal’a verilmemesi gerektiği fikrinde birleşmişlerdir. Görülen odur ki, yeni olanı, değiştirdiği hayatları dışarıdan izlemesi zevkli, değişim için fedakarlık göstermek, eski alışkanlıklarımızdan, geleneklerimizden ödün vermek ise riskli ve sevimsizdir. Enstitümüzün arka yüzü ortaya çıkmış, getirdiği her yenilikle gündemin ilgi odağı olan bir kurum, insanları eğlendiren bir film olmaktan çıkıp hayatlarına etki eder hale gelmiş ve hemen o anda toplumdan gördüğü tüm desteği kaybetmiştir. Yapabilecek başka bir adımı kalmayan Halit Ayarcı da enstitüyü terk etmiş ve tasfiyesi için gerekli işlemlere başlamıştır. Geriye, artık asla eskisi gibi olamayacak, yalanlar üzerine dolambaçlar çizerek kendisine ve toplumuna yabancılaşmış bir Hayri İrdal hayatı kalmıştır. Anı kurtarma adına Halit Ayarcı’nın ve çantasında getirdiği “yeni”nin hayatına girişini sorgulamadan kabul eden Hayri Bey, gününün her saniyesini düzenleyen bu adamın kurduğu düzeniyle birlikte bir anda hayatından çıkması ile ne eskiye dönebilmiş, ne yenide kalabilmiştir. Bütün roman boyunca ana karakterinde kendini gösteren arada kalmışlık hissi, kitabın sonunda da tüm monotonluğu ve belirsizliği ile Hayri Beyi’in sırtına giydirilmiştir.

Peki ya bizler, hayatlarımızdaki Halit Ayarcılar birer birer çekip gittiğinde, sırtımıza giyecek bir his bulabilecek miyiz?

Kaynakça
FOUCAULT, Michel (1995), “Yaşatmak ve Ölmeye İzin Vermek: Irkçılığın Doğuşu”, Birikim, sayı: 74, İstanbul, s.50-61
ANIK, Mehmet (2007), “Michel Foucault ve İktidar Ağlarıyla Örülmüş Özne”, Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Yazıları 1, Kızılelma Yayıncılık, İstanbul, s. 341-352.

(!) Bu yazı -Foucauldian okuma sürecimin başlangıç evresindeki bir parçası olarak- sosyal bilimlerle ilişkimin gelişmesine ölçülemez katkısı bulunan değerli hocam Dr. Nil MUTLUER tarafından önerilen bir dönem projesi kapsamında hazırlandı.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

İletişim Çağında "İletişememek"

Faruk Uzun

“Duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması, bildirişim, haberleşme.” Dil kurumumuz iletişim kavramını böyle tanımlıyor. Günlük hayatta sıkça duyduğumuz ve günün her diliminde bizzat uygulamaya çalıştığımız bu kavramın, mevsimler misali durmaksızın değişen ve kartopu dinamizmiyle devinen toplum içinde bambaşka anlamlar kazandığı ise yadsınamaz bir gerçek.

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

İletişim kurmak, birey özelinde ikili ilişkilere temel teşkil ederken, toplum genelinde kültürlerin oluşmasında, gelişmesinde ve yayılmasında baş taşıyıcı görevi görür, başrol üstlenir. Sembolik etkileşimcilere göre insan eyleminin geldiği nokta, tamamen bireylerin birbirleri ile etkileşimlerinin ve çevrelerine uyum süreçlerinin bir ürünüdür.* Nesiller boyunca üretilen bütün teknolojinin, sanatın, edebiyatın ve kitlesel ilerlemenin kaynağı olarak gösterilen bir eylemden bahsediyoruz ve iletişimin önemini vurgulamak için dahi iletişim kuruyor, sözler söylüyor, yazılar yazıyoruz.

Günümüz çağına verdiğimiz isimlerden biri “iletişim çağı”, çağımızın en büyük eksikliği herkesin dilinde: “iletişim kurmak”. Peki nasıl oluyor da insan çağa adını veren bir öğenin yokluğundan yakınabiliyor? Yaşadığımız, Lale Devri’nde Osmanlı’da lale bulamamak ya da Bakır Devri’nde bakırsız kalmak gibi trajikomik bir sorun mu? Cevap, derdimize aradığımız devanın içkin niteliklerinde yatıyor.

İletişim, etkileri duyularla gözlenebilir olsa da, öz itibariyle soyut bir mefhum. Hal böyle olunca elimizle tutamadığımız “iletişim”i radyasyondan koşarak kaçarcasına bir mantıkla irdelediğimizde, gerçekte tam olarak ne olduğunu hiç görmediğimizden değişmiş halini de algılamak zorlaşıyor. Bunun tezahürü olarak her tartışma programından “toplumda insanlarla iletişim kurulmuyor efendim” yakınmalarını dinliyor, her köşe yazısından “halkla siyasetçiler arasında iletişim yok” şikayetlerini okuyoruz, iletişim araçlarını kullanarak.

Enformasyon sorunları dendiğinde yüzyıl önce “alıcı ile vericinin birbirine ulaşamaması, haberleşme kanallarının yetersizliği” akla gelirken, bugün teknolojinin sağladığı imkanlar sayesinde tarafların kablosuz iletilen datalarla istedikleri an ve mekanda birbirlerine ulaşmaları mümkün. Bugün, geçmişten günümüze dünyada konuşulan binlerce dil, sembol ve kavram, saniyede binlerce megabyte hızla, günde milyonlarca kişi tarafından paylaşılıyor. İşte kırılma tam da bu noktada gerçekleşiyor: İletişim araçları, kitleleri buluşturma fonksiyonunu çoktan aştı. Artık farklı gezegenlerdeki iki insanın uydu telefonu ile yüksek kalitede görüntülü görüşmesi dahi iletişim sayılmıyor. Verilen örnekteki görüşme yalnızca iki insanı bir araya getiriyor, iletişim kurmak ise artık bambaşka dünyalardan gelen sayısız çeşitlilikteki sembollere anlam yükleyebilmekle doğru orantılı.

İnternet hayatımıza girmeden önce herbirimizin iletişim kurduğu çevre fiziki olarak ulaşabildiği ile sınırlı olduğundan ve yakın çevremizde etkileştiğimiz tüm dillerle, kültürlerle, sembollerle yakın ilişkimiz bulunduğundan, bireylerin iletişim kurabilmeleri için bir araya gelmiş olmaları en büyük etkendi. Bugünse ulusaşırı şirketlerin temellerini attığı kompleks ulaşım ve erişim ağları sayesinde bir araya geliyor olmak olağan. Artık iletişim kurmakta asıl etken kıtalarca öteden gelen yerel sembolleri, Avrupa’lı şairin şiirinden etkilenmiş yan komşumuzun bize anlattığı fikirleri, Ortadoğulu bir ressamın özgürlük anlayışından etkilenen Avrupa’lı politikacının verdiği ropörtajı, Güney Amerika’lı dansçının figüründen etkilenen Asya’lı sporcunun gol sevincini bütüncül bir çerçevede - belki çerçeveleri kırarak- anlamlandırabilmek oluyor. Dünyayı tektipleştirdiği gerekçesiyle eleştirilen küreselleşme dalgası, diğer yandan binlerce yerel kültürün de video paylaşım siteleri, bloglar, mobil portallar, e-dergiler ve çeviri yayınlarla yeni yaşam alanlarını bulabilmelerine imkan sağlıyor.

Yeni dünyada -ya da ona verdiğimiz isimle iletişim çağında- yaşamaya devam edebilmek, durmaksızın süren iletişim ağları içinde adaptasyonumuzu sağlayabildiğimiz ölçüde mümkün görünüyor. Kablosuz sinyallerle taşınan yerel danslar, alfabeler, şarkılar, ağıtlar birbiriyle etkileşmiş ve yepyeni anlamlar türetmiş durumda. Mevcut sözlüklerimiz, kalıplarımız ve aitliklerimiz oluşan çokkültürlü yapıyı algılamakta yetersiz kalıyor. Tek bir kültürün doğrusu, düzlemde birçok noktada kesişerek yeni şekiller meydana getiren ufukları göremiyor, göremediğine ise yabancılaşıyor, yabancılaştığını aralarında bir çok ortak nokta bulunmasına rağmen ötekileştiriyor. Bu nedenle iletişim sistemleri her saniye gelişirken, biz iletişim kurmanın güçleştiğinden yakınıyoruz. Perdede oynayan üç boyutlu filmi bulanık görüyorsak, bu filme uygun gözlüklerimizi takmanın zamanı gelmiş olmalı. Filmin tamamını kaçırmadan…

Kutsal saydıklarınızın selamı üzerinize olsun


* Sembolik Etkileşimci düşünürler ve okuma önerileri için bkz. Stones, Rob (2008). Sosyolojik Düşüncede İz Bırakanlar. İstanbul: Bağlam.
(!) Bu yazı ilk kez, ebedi dostum, edebi üstadım ve fikri muhalifim Cesur Sunar ile birlikte ürettiğimiz ikifikir isimli blogda yayınlandı. Hayatın farklı alanlarına dair denemelerimize ikifikir.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz.