12 Kasım 2012 Pazartesi

“Her lider sanatçıdır!” Peki ya geri kalanlar?

Faruk Uzun

Harvard Business Review’den Michael O’Malley liderliği “en hakikisinden” bir sanat olarak tanımlıyor ve “her lider bir sanatçıdır” sloganını davranışsal argümanlar üzerinden savunuyor.* Rasyonalitenin yüzyıllık bir çınar gövdesiyle dinamizmini yitirmeye başladığı 21. yüzyılda, postmodern yaklaşımlar yönetim anlayışlarına yeni soluklar kazandırabilir. Fakat bu akımlar henüz iş yapma biçimlerini sistemleştirememiş organizasyonlarda karşılık bulabilir mi? Yöneticiliğin irrasyonel yönüne vurgu yapmak, kademeler arası güç dengesinin sağlanamadığı durumlarda yönetici-çalışan ilişkisinin demokratik zeminini koruyabilir mi?

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

Her yöneticinin aynı zamanda bir sanatçı olduğunu kabul etmek, yöneticilik tanımlarımıza sanatın doğası gereği soyutluk ve subjektiflik ekliyor. Bu durum organizasyonlarımız için esnek karar verebilen ve yeni çözümler üretebilen yöneticiler yetiştirmenin önünü açarken, kimi otoriter yöneticilerin de “sanatçı kostümü” arkasına saklanarak güçlerini meşrulaştırma çabalarına ortam hazırlayabilir.

O’Malley bir liderin gerçekten “liderlik sanatı”na sahip olup olmadığını ölçmek için 12 kriter öneriyor.** Fakat sanatçı ruha sahip olan kişi lider iken, organizasyonun geri kalanının liderin sanatçılığını nasıl sorgulayacağı konusu biraz muğlak. Yeteneğine vurgu yapılan lider yapı içerisinde farklı düşünebilen ve diğerlerinin göremediğini görebilen olarak resmedildiğinde, istemli veya istem dışı olarak üzerinde bir sorgulanmazlık zırhı beliriyor. Bir şekilde yapı içerisinde üst konumlara ulaşmış birinin, kalıplaşmış liderlik algısını kullanarak kararlarına “keramet” atfetmesi tehlikesi ortaya çıkıyor. Liderin elinde bulundurduğu algı gücüne karşılık çalışanlara veya organizasyonun geri kalanına yönelik tanımlarımız sıradanlaştığında ise güç dengesinin gittikçe hiyeraşinin tepesine kaydığı bir tahakküm sistemi temelleniyor, daha kötüsü organizasyon içerisinde meşrulaşıyor.

Eğer niyetimiz sorgusuzca yönetilen kurumlar oluşturmaksa, tek başına liderler yetiştirmek işlevsel olabilir. Fakat ben, O’Malley’in liderliğe yönelik kriterlerinin bir ideal-tip tanımı olduğunu düşünüyorum. Bu kriterler gerçekten de organizasyonlara liderlik yapan kişilerin etkinliğini ölçmek için etkili birer araç olabilir. Nitekim aynı kriterler yapının tüm kademelerinde görev alan insanların niteliklerini ölçmek için de kullanılabilir. Vurguyu bütünün tamamına yapmak, daha uzun vadeli olsa da daha sağlıklı ve insani sonuçlar verebilir. Organizasyonlar içerisinde yenilikçi, eleştirel düşünebilme becerisi ve sanatsal bakış açısı yalnız liderler için değil, istisnasız her birim ve birey için gerek şart. Hem O’Malley’in makalesinde ortaya koyduğu kriterlerin etkinliğini sorgulayabilecek bir taban oluşturabilmek, hem de kurumlarımızda bütüncül gelişme ve güçlendirmeler sağlayabilmek için.

Önümüzdeki günlerde kriz ve teyakkuz içerisindeki Avrupa ekonomisinden benzer serzenişler duyabiliriz. İhtimaldir ki kriz sorumlusu yönetici ve liderler arasından da “durum bakalım, herşey kontrol altında, bizler sanatçı vizyonuna sahibiz, var bir bildiğimiz...” çıkışlarını sürdüren isimler olacaktır. Bu süreçte bizim, gelişmekte olan bir toplum ve ekonominin üyeleri olarak, neyin gerçek ve iyi, neyin spekülatif ve sanal olduğu konusunda her zamankinden daha fazla düşünmemiz gerekiyor. Modern çağa çalışan hakları ve denetim mekanizmaları konusunda etkin ve insani sistemler kazandırmış ekonomilerin durağanlaşan motiflerini eleyebilmemiz, kendi metodlarımızda sosyo-kültürel olarak toplumsal yapıyla uyum sağlayacak yeni motifler üretebilmemiz gerekiyor. Belki de en önemlisi; bu süreci bir sorumluluk olarak algılamamız, liderin sanatına değil, her deseniyle bütüncül bir yapıyı temsil eden kendi sanatımıza talip olmamız gerekiyor. İşletme biliminde çokça kullanılan bir benzetmedir; organizasyonlar orkestralara benzetilir. Öyleyse sormak gerekir: Orkestrada tek sanatçı şef midir?

*O’Malley, M. “Every Leader is an artist”, Harvard Business Review Blogs içinde;
http://blogs.hbr.org/cs/2012/08/every_leader_is_an_artist.html (Son erişim tarihi: 31 Ağustos 2012)
**Niyet, odaklanma becerisi, mesleki yeterlilik, yöntem, temsil, hayal gücü, güvenilirlik, sorumluluk, iş tatmini, insan-merkezlilik, durumsallık ve eleştirel düşünebilme.
(!) Bu yazı ilk kez, değerli hocam Doç.Dr. Selim ÖZDEMİR tarafından hazırlanan Motivaspirin isimli blogda yayınlandı. Gösterdiği teveccüh için kendisine teşekkür ederim.

21 Ekim 2012 Pazar

Küllerinden Doğan Medeniyet mi, Emeğin Küllerinde Yükselmek mi?

Faruk Uzun

Osmanlı’yı küllerinden doğuranlar, atıyla ormanlarda fetih nidaları atanlar ve kat sayısı ile medeniyet düzeyi arasında doğru orantı kuranların gölgesinde, geçen hafta bir toplumsal yaranın daha üzeri tuzla örtüldü. İnşaatında 11 işçinin yanarak hayatını kaybettiği, 220 milyon Euro yatırım değerindeki alışveriş merkezi, uzun kampanya kuyrukları eşliğinde kapılarını açtı.

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

Beklentimiz neydi? Açılışın iptal edilmesi mi? Bizzat AVM yönetimi tarafından hayatlarını kaybeden işçilerin anılması mı? Büyük protestolar eşliğinde kapı önünde barikatlar kurulması mı?

Ekonomi ve davranış bilimlerini aynı müfredatta okuyan biri olarak, kendi adıma sivil toplum bilinci emekleme seviyesinde olan Türkiye için bu beklentileri taşımadığımı söylemeliyim. Bugünkü yazım da hayal kırıklığı ile bezenmiş bir sitem değil, kül olan emeğin önünde saygıyla eğilen ufacık bir hatırlatma içeriyor. Yalnızca hatırlayalım istedim. Bir alışveriş merkezi inşa ediliyordu, güvenliksiz koşullarda, yanabilir kumaştan ve tek çıkışı olan çadırlarda, bir yangın çıktı. 11 işçi yanarak hayatını kaybetti. Yürütülen soruşturma sonucunda tutuklu yargılanan kişiler arasında elektrik hattını döşeyen bir başka işçi, demirci ustası ve taşeron firmanın şantiye şefi gibi sorumluluk alanı son derece dar isimler bulunuyor. Davanın müdahil avukatlarından Berrin Demir, projenin sahipleri arasında finans kurumları, gayrimenkul şirketleri, yatırım şirketleri bulunduğundan asıl sorumluların gizlendiği görüşünde. Yatırım ortaklarından bir firmanın avukatı, olayın “projenin prestijine gölge düşürmek ve paydaşları zor durumda bırakmak için yapılmış bir sabotaj” olma ihtimali üzerinde duruyor. Ölen işçilerden İsa Topal’ın kardeşi İdris Topal ise inşaatta yaşanan ölümlerden sonra hiçbir tedbirin alınmadığını ve işçilerin yine çadırlarda yatırıldığını söylüyor.

Öyle bir medeniyet inşa ediliyor ki, onu inşa eden emeği yakıp külleri üzerinde yükseliyor. Tarih küllerinden yeniden doğuyor ama gerisin geriye taptaze hazin öyküler, kızgın küller bırakıyor. Şüphesiz ki büyüme odaklı zihinler için, yukarıdaki satırlar felaket tellalının davulundan çıkan abartılı nağmelere eş olabilir. Fakat mesele bir medeniyet oluşturma iddiası ise, tek bir sivrisineğin adaletsiz ölümü bile koskoca sözlerin ardındaki zihniyetin meşruiyetini yerle bir edebilir.

Ben, gelişmekte olan Türkiye’nin büyümekte olan nesli içinden bir fert olarak, ergenlik sancıları içinden yetişecek karakterin, yeni Türkiye’nin şahsiyetini ortaya koyacak medeniyetin ne küllerden doğmasına, ne de yanmış bedenler üzerinde doğrulmasına razı değilim. Dileğim, emeğin ve insani değerlerin bir tohum gibi toprağına serpildiği, filizlerinden yükselen ve köklerinden güç alan bir medeniyet imarına ortak olmak.

Belki yaşanan her adaletsizlik üzerine sabır ve istikrarla ayağa kalkmak, söz söylemek, yazı yazmak, en azından her zulüm için üzülmek, insan hak ve sorumluluklarının bir değer halinde yaşatıldığı medeniyetin tohumu olabilir. Kendi çıkarlarımızın, yakınlarımızın çıkarlarının, bizzat ceplerimizdeki paranın, günümüzdeki zamanın ve vücudumuzdaki enerjinin kaybı pahasına adalet için ter dökmek, niyet ile ekilen tohumları sulayabilir. İnanıyorum ki böyle bir imardan yükselen çınar bu toprağın ruhunu çok daha iyi yansıtacak, geçmişte yapılan güzel işlerin temsili haline gelecek ve kötülüklerin sancısına bir gölgelik olsun ferahlık getirecektir.

Zira iyilik, her şeyden önce onu talep etmeyi gerektirir. Eğer işçilerin yanarak hayatlarını kaybetmeleri hakkındaki dava sorumluları cezalandırmaz ve emeğin küllerini sızlatan su yatırımcıların yüreğine bir ferahlık gibi serpilirse, olayın mes’ulleri arasından iki kişi “yine de ucuz kurtulduk” diye fısıldaşır ve avukat “yine de projemiz prestijini korumayı başardı efendim” jestini gösterir ise; bir yerlerde gözü yaşlı ailelerin yüreğinde dağlanan kor muhakkak ki şahlanan medeniyeti küllerinden yeniden ateşe verecektir. Ben, yalnızca hatırlatayım istedim.

Kutsal saydıklarınızın selamı üzerinize olsun.

(!) Bu yazı ilk kez, ebedi dostum, edebi üstadım ve fikri muhalifim Cesur SUNAR ile birlikte ürettiğimiz ikifikir isimli blogda yayınlandı. Hayatın farklı alanlarına dair denemelerimize ikifikir.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz.

10 Mayıs 2012 Perşembe

Saatleri Ayarlama Enstitüsü Üzerine Bir Yorum

Faruk Uzun

“Hayat benim için iki eli cebinde uydurulan bir masaldı.”

Kaybetmekten yorulmuş, biçare bir adamın doğu ülkesine majeste olma hikayesi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Yoğun bir alegorik anlatıma sahip eser; özelde çıkış yolu arayışlarında kuklalaşan hayatları irdelerken, genelde doğulu babanın modern yetişen oğlunun ergenlik dönemi sancılarını; 20. yüzyılın başlarında dönemin Türkiyesi’ni ve görülemeyen çıkmazlarını zamanını aşan bir evrensellikle gün yüzüne çıkartıyor.

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

Romanda mekan olarak İstanbul tercih edilmiş, lineer seçilen zaman ise ana karakteri çocukluğundan yaşlılığına kadar ele alıyor. Geçen zamanın ise ana karakter Hayri İrdal’ın “hayırlı işler yapan” anlamına gelen ismine de, “olayları sorgulayan, irdelemek” anlamındaki soyismine de bambaşka anlamlar yüklediğini görüyoruz.

Zaman, mekan, insan, toplum, bürokrasi, menfaatler, ölüm, yalnızlık, iletişim, sabır, mutluluk gibi kavramların derinlemesine tartışıldığı romanda genç yaşta eşini, işini, yolunu kaybetmiş bir adamın – kendi değimiyle olabileceklerin en kötüsü olduğundan artık hür bir adam – anlık sıkıntılarına çareler ararken misafir olduğu modern hayatta umduğu ile bulduğu arasındaki uçurum gözler önüne serilerek, Türk toplumunun modernelşme sürecinde yaşadığı arada kalmışlık duygusu vurgulanıyor. Bununla birlikte yazarın “modern”e getirdiği eleştiri yorumlanırken, bunu geçmişe duyulan bir özlem olarak nitelendirmenin de ne derece doğru olacağı tartışılmalıdır. Nitekim yeni dönemde eleştirilen bireysel menfaatlere düşkünlük, etnosentrizm, kitabın ilk kısımlarında geleneksel şark karakterlerinde de kendini göstermektedir. Mesele değişmemek değil, Saatleri Ayarlama Enstitüsünün modern mimari(!) ile inşa edilmiş binasında olduğu gibi, değişim gerçekleştiğinde “arada merdiveni olmayan katlar”a dönüşmemektir.

Değişen toplum hayatı ve siyasi yapıya kapsamlı bir hiciv olarak değerlendirebilecek romanı, gözü kara bir yergi olarak yorumlamak da sağlıklı bir değerlendirme olmayacaktır. Romanda hayatı boyunca sıkıntılar çekmiş, maddi imkansızlıklarına bir türlü çıkar yol bulamamış bir adam olan Hayri Bey, Halit Ayarcı’nın hayatına girmesiyle tüm sıkıntılarından şaşırtıcı bir hızda kurtulmuştur. Kendi içerisinde söylenen yalanın vicdani huzursuzluğu devam etse de, çevresinde meydana gelen beşeri ve ekonomik değişimlere ayak uydurmakta güçlük çekse de, "yeni”nin hayatına getirdiği olumlu etkileri gözardı edemez. Bu yüzdendir ki Halit Ayarcı ile yaptığı tüm etik münakaşalarında Hayri Bey, modern hayata getirdiği tüm eleştirilere rağmen eskiye dönme riskini göze alamaz. Temelinde büyük bir yalan da olsa, -çok yakınları hariç bu yalanı bilen kimse olmadığı düşünüldüğünde- toplum için hayati önem taşıyan bir enstitünün fikir adamı, düşünüşünün ardında yoğun felsefi çıkarımlar bulunan, bir diğer ifadeyle “Halit Ayarcı’nın verdiği şekil ile renkli oyun hamurlarından yapılma Hayri Beyefendi” olmak, yeniden ailesi ve çevresi tarafından önemsenmeyen, cüzi miktarda paralar için dahi içten içe kin beslediği, davranışlarını eleştirdiği kimselere boyun eğmek zorunda kalan, yoksul, “biçare fakat huzurlu Hayri” olma fikrinden daha ağır basmaktadır.

“Bilgi bizi geciktirir... Mesele, yapmak ve yaratmaktadır.”

Yazar sıkça kullandığı semboller ile, ikili zıtlıkları objektif karşılaştırmalar yaparak ortaya koymak yerine – böyle bir tarafsızlığın mümkün olmadığının farkında olarak – onları bireylerin hayatlarına etkileri üzerinden değerlendiriyor. Klasik – modern ikilemini Emine – Pakize kılığına sokarak Hayri İrdal ile evlendiriyor, boşandırıyor, tartıştırıyor, barıştırıyor. Tarihin bilgi birikimini Osmanlı Çınar’ı Muvakkit Nuri Efendi’nin zihninden alıyor, Halit Ayarcı’nın modern ellerinde sloganlaştırıyor, içini boşaltıyor ve gururla yeni mimarilerin panolarına asılan birer beyaz çamaşır haline getiriyor.

“… İşler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. İşleri, onları görecek adamlar icat eder.”

Kitapta toplumsal yapıdan sonra en sistemli eleştiri siyasi yapıya yöneltiliyor. Bürokrasinin temeli adledilen “karar vermede akılcılık”, adeta sistem içinde lüzumsuz onlarca kademe oluşmasına ortam hazırlayan bir düstur olarak ele alınıyor. Öyle ki, Halit Ayarcı da yalanlar üzerine bina ettiği Saatleri Ayarlama Enstitüsünün tüm kararlarını “aklınca” veriyor. Yapılması gerekli görülen bir iş, pek tabi olarak o işi yapacak kişilere ihtiyaç duyuyor ve işe ihtiyaç duyan her birey, yapılması icab eden bir iş yaratıyor.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kurulması, günlük hayatta tüm saatlerin aynı ayara göre ayarlanmasının toplumda bir ihtiyaç haline gelmesi, kendine has kadroları, birimleri, standları ve binalarının oluşması da, Halit Ayarcı’nın Hayri İrdal’da tesadüfen keşfettiği saat ilgisi ve yeteneği olmuştur. Bir başka deyişle; Halit Ayarcı iş yapma ihtiyacı hissetmiş, bürokrasinin tüm prosedürlerine rağmen ve yine o prosedürler sayesinde, kendisi ve hısımlarına uygun kademeler inşa etmiştir.

“-...siz kukla kelimesine kızdınız

- hayır ona kızmadım, kukla olduğumu biliyorum.”


Hayri İrdal romanın alegorik anlatımı içinde geleneksel orta sınıf Türk prototipi çizmektedir. Öyleyse onun hayatını modern öncesi ve modern olarak ikiye ayırdığımızda, bu iki dönem arasındaki geçişin Halit Ayarcı ile gerçekleştiği söylenebilir. İşte bu yeni döneminde, Hayri İrdal’ın kişiliği ile ilgili önemli bir detay göze çarpmaktadır. Yıllarca başına gelen tüm kötü olayları kaderine mal ederek kabullenen Hayri Bey, Halit Ayarcı’nın kendisini de ortak ederek kurduğu yeni dünyada karşılaştığı herşeyi sorgulayan bir adam haline gelmiştir. O kadar ki sonunda, çevresinde kendisinden farklı addederek değillediklerinden ibaret bir kimliğe bürünür. Vakıa yaşadığı ikilem ve kişilik çıkmazlarının, toplum genelinde düşünüldüğünde toplumsal travmaların temelinde, insanların kimlik arayışını ne olduğunun değil, ne olmadığının tespiti ile şekillendirmesinin yattığı görülür. Toplumdaki binlerce Hayri İrdal, bir çok şey değildir; fakat ne olduğu ise kendisinin dahi cevaplayamadığı bir soru işareti halini almıştır.

“Her şey yolunda. Fakat yalnızız. Bütün dünyada yalnızız.”

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Hayri İrdal’ın geçmiş yaşantısındaki geçim sıkıntısı, statü olarak toplumda bir türlü yükselememesi gibi problemlerini hızla gidermiş, ailesiyle arasını düzeltmiş, onu kimsesiz bir hayattan akşam yemeklerinin onur konuğu mertebesine taşımıştır. Bununla birlikte içine dahil olduğu yeni hayat, Halit Ayarcı’nın yalanlarıyla sabun köpüğü kıvamında genişlemekte, fakat büyüdükçe her an patlayacak ve herşeyi eskisinden daha da kötü bir hale sokacak güvensiz bir hal almaktadır.

Hayri Bey dün, Halit Ayarcı’dan, modernden, yeni olandan önce yalnız geleceğine dair belirsizlikler ve kaygılar taşırken, bugün hem bugüne dair Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü bürokrasi içinde önemli bir yere getirebilmek, onu toplum içinde daima bir ihtiyaçmış gibi gösterebilmek için söylenen yalanların verdiği huzursuzlukla yüzleşmek, hem bu düzeni yarın da devam ettirebilecek yeni söylemler üretmek, hem de “modern”in dün ile çelişen yönlerini açıklayamamanın bütüncül ve ağır kaygısının altında kalmaktadır. Dün güne dair sıkıntıları, yarına dair umutları vardır. Yoksuldur, fakat Seyit Lütfullah’ın cinler ile yerini aradığı Kayser Andronikos’un hazineleri bulunursa kurtuluş vardır. Mal varlığı yoktur, fakat Aristidi Efendi labaratuvarlarında altın üretmenin formülünü bulursa toplumda fakir kalmayacaktır. Sıkıntılar bir yalanla ortadan kalktığında, umut yalanın kurduğu yeni dünyanın dışında kalmaktadır. Hayri Bey, kalabalık sokaklar içinde – üstelik yüzüne bakan herkes tarafından tanınıyorken – yalnızdır. Zengin partiler içinde yalnızdır, aile sohbetlerinde yalnızdır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü büyüdükçe, kitlelere yayıldıkça, sınırları aştıkça; ortaya çıkış söyleminin bir yalandan ibaret olmasından kaynaklanan güvensizliği Hayri Bey’i ve sembolize ettiği Doğu-Batı arasında kalan toplumunu sınırlandırmakta ve yalnızlaştırmaktadır. Enstitünün binası yükselmektedir, fakat merdiveni olmayan katları çıkmak ne kadar güven verebilir?

"Psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır."

Güvensizlik ve belirsizlik kaygısı, romandaki karakterlerin geneli üzerinde değil; yalnız Hayri İrdal üzerinde tesir etmiş bir histir. Bu bakımdan toplumdaki değişmenin aksayan yönleri, yalnız olayları sorgulayan zihinler tarafından farkedilen problemler olarak ele alınır. Bir diğer önemli nokta, modernin, bürokrasinin, akılcılığın her fırsatta sorgulamayı, araştırmayı teşvik eder görünen söylemlerinin; eleştiri okları kendi üzerine çevrildiğinde son derece eleştiriye kapalı bir hal almasıdır. Hayatı boyunca realist bir tutum izleyen, olayları gerçekçi, eleştirel bir bakış açısıyla değerlendiren ana karakterimiz Hayri Bey bile, S.A.E’ye eleştiriler getirdiğinde idealist olarak nitelendirilimiş, biraz olsun realist olması yönünde tepkilerle karşılaşmıştır.

“Yeni hayat”ın kendi bilgisini, kendi iktidarını, kendi diktalarını eleştiriye kapalı tutması; romanda değişimin başlama tarihinden - Hayri Bey’in Halit Ayarcı ile tanışmasından - daha öncesine dayanır. Birinci Dünya Savaşı’nda aylarca savaşmış, onca çarpışmanın sonunda hükmen mağlup sayılmış bir takımın oyuncusunun şaşkın ruh haliyle evine dönen Hayri İrdal, henüz yeniden dönüş yaptığı çevresine, işine dair ilk uyum manevrasında kendisini psikiyatr Doktor Ramiz’in muayenanesinde bulur. Milyonlarca insanı yıllarca evinden koparan bir savaşın dönüşünde kendisini birebir aynı yoksulluk içinde bulan bir adamın, içine düştüğü bu kısır döngüyü kırma adına yaptığı bir küçük miras şakası onun psikanaliz sonuçlarına göre “baba kompleksi”ne sahip olduğu kanısını doğuracaktır. Modern tıp, değişen hayat, onun eksik yönlerine dokunan herkese en hassas noktasından dokunmakta, dikte ettiği normale alternatifler geliştiren her sağlıklı bireyi hastalandırmakta, hasta olarak tanımlamaktadır.

“Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır... Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur!”

Toplumdaki tüm saatleri aynı ayara ulaştıracak bir enstitütü, uğruna tahsis edilmiş kadrolar, ofisler, şubeler, modern görünümlü çalışanlar... “Elbette ki bu denli kapsamlı çalışan bir kurumun ardında derin bir düşünce altyapısı, evrensel bir çalışma felsefesi olmalıdır” düşüncesi, hepimizin zihninde enstitütüye dair oluşan ilk yargı olacaktır. Bireysel olarak günlük hayatlarımızı düşündüğümüzde; yapılan bir işin önemli olup olmadığını değerlendirirken – ya da profosyonellik derecesini ölçerken – çalışanların takım elbiseli olup olmamalarına baktığımız gibi, “onca çalışanı olduğuna göre burası çok önemli bir kurum, cam giydirmeli binasına bakılırsa burası ülke adına büyük işler yapıyor” değerlendirmesi ile gizli işsizliğin en büyük destekçilerini takdir etmemiz gibi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü de modernleşen toplumun en takdire şayan kurumlarından biri haline gelmiştir.

Modern düşünüşlü enstitünün topluma tezahürü, bir yenilik, değişim yaratmakla birlikte; bu değişimin kostümlerini klasik olandan, geleneklerden seçiyor olması, normlarının içselleştirilmesini oldukça hızlandırmıştır. Halit Ayarcı Batı’lı enstitüsünün sloganlarını her niteliğiyle Doğu’dan özellikler taşıyan Muvakkit Nuri Efendi’nin sözlerinden seçmiş, kurumun yüzü olarak her köşe başında görülebilecek bir Orta Sınıf Türk Adamı modeli için biçilmiş kaftan olan Hayri İrdal’ı tercih etmiş, getireceği her yeni fikrin ardına toplumun içinden destek verecek bir örnek yerleştirerek toplum için köklü değişimler içeren bir yaşam tarzını, sanki yıllardan beri yaşanılageliyormuş gibi göstererek ve dahi yaşatarak, kollektif bilinçaltında kökleştirmiştir.

Eserde “Zaman ve mekan insanla mevcuttur!” sözünü düstur edinen bir kurumun bünyesinde barındırdığı bireyleri kırtasiye bürokrasisi içinde sınırlandırması, tek tipleştirmesi ve onu yaratıcı özellikleri körelmiş bir “otomat” haline getirmesi, yaşanılan dönemin çarpıklığını ortaya koyan en önemli ironilerden biri olarak öne çıkmaktadır.

“Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder.”

Yazarın romanda ısrarla irdelediği bir diğer önemli husus, bireyin özgürleşme süreci ya da özgürleşememe problemidir. Bu noktada Tanpınar’ın romanda sıkça değindiği “değişimin vaadettiği ile getirdiği arasındaki uçurum”a bu kez özgürlükler açısından eleştirel bir bakış geliştirdiğini görüyoruz.

Bilindiği üzere özgürlük, Türk toplumunda en belirgin şekliyle “dışarıda olan”dır. İzlediğimiz filmlerde hakkında beraat kararı çıkan bir tutuklu karar çıktığında değil, ancak büyük hapishane kapılarının dışına çıkıp, gökyüzüne bakıp, derin bir nefes aldığında özgürlüğüne kavuşur. Kahvehane sohbetlerinde yegane soru “bizim memleketimizde özgürlük mü var?”dır, esas özgürlük A ülkesinde, B kıtasında, fakat behemehal dışarıdadır. Fakat gıpta edilen, özenilen, “dışarıda olan özgürlük” topluma girip yerleştiğinde, kimi kendini devlet dairesinde, kimi büyük şirket gökdelenlerinde, kimi okulda, kimi hastanede, kimi hapishanede bulur. Modern gelir, gözlerimizin içine baka baka bizi sokaklardan alır, birimlerinin yüksek teknoloji ürünü binalarına yerleştirir, adı özgürleşmek olur. Foucault’un deyimiyle “Yaşatma İktidarı”, ellerinde kelepçe ya da ayaklarında prangalar olmayan, özügr görünen bireyin sürekli gözetim altında tutulmasını sağlamak için bu mekansal döngüyü doğumdan ölüme kadar devam ettirerek kontrolü sürekli elinde bulundurmaktadır (Foucault, 1995: 53-54).

Romanda ise “Yaşatma İktidarı”nın, bizzat Halit Ayarcı’nın bünyesinde ete kemiğe büründüğünü görüyoruz. Daha önce –devlet dairesinde çalıştığı dönemlerin dışında- çoğu kez sokakta yürür, insanları gözlemler, sıkıntılarına köşe bucak çare arar, yahut kendisine verilen işleri halledebilmek için dışarıda koşturur vaziyette karşımıza çıkan Hayri Bey, modern tıp ile tanıştığı andan itibaren zamanının tümünü Doktor Ramiz’in muayenanesinde, daha sonra da enstitünün dairesinde, akşam yemeklerinde ve her daim Halit Ayarcı’nın belirlediği sınırlar içinde geçirmeye başlamıştır.

Modern zamanda iktidar kavramının yalnızca siyasi ya da ekonomik otoriteleri kapsayan bir unsur değil, hayatın tüm alanlarında, bireyin ailesinden yakın çevresine kadar tüm küçük gruplarında dahi kendini gösteren bütüncül bir düzenleme süreci olduğu görüşü de yine eser içinde kendini göstermektedir (Anık, 2007: 346-347). Enstitü içinde bulunan her birey, oluşturulan normlar ile kontrol edilmekte, Hayri Bey’in ailesi onun davranışlarını etkilemekte, iş çevresi etkilemekte, sosyal çevresi etkilemekte, toplumun en küçük biriminden en büyük birimine kadar bu normlar matriks bir yapı içerisinde her bir bireye tesir etmektedir.

“Roma imparatorları, krallar, büyük diktatörler hep kendileri gibi düşünsünler diye eşyalarını dostlarına hediye ederlerdi...”

Romanda S.A.E’nin bünyesindeki insanların hayatlarındaki prangaları kaldırmaya yönelik attığı adımların, bu prangaları ayaklardan alarak zihinlere takmaktan öteye geçmediğini görüyoruz. Çalışanların hepsine enstitütüye özel kıyafetler giydirilmesi, onların tek tip şablon içerisinde enstitütünün düsturları dışında düşünemeyecek derecede otomatikleştirilmesi, “Saati kullanan zamanı kullanır, zamanı kullanan hayatı özgürce yaşar” benzeri söylemleri ile büyük zıtlık içerisindedir.

Kurumların çalışanlarını sınırlandırması açısından enstitüdeki işveren – çalışan ilişkisi, günlük hayatta sıkça karşılaştığımız ve kimi zaman bizzat içinde bulunduğumuz “apartman sakini – kapıcı” ilişkisine benzetilebilir. Apartman sakini, tepeden tırnağa onun eski kıyafetleri içinde karşısında duran “apartman görevlisi”ne, kendisine verdiği bir görevi yerine getiremediği için serzenişte bulunur: “biraz insiyatif almayı öğren, kendi başına kararlar ver, eğer sana söylenen yol ile işi başaramıyorsan kendine alternatif yollar üret...” Vücudunun %80’ine daha önce bir başkası tarafından giyilmiş kostümler temas ediyorken, kişinin zihni ne derece kendisi olacak ve nasıl bağımsız düşünebilecektir?

Yazarın yoğun alegorik anlatımı içinde toplumsal eşitsizliklere, kimlik farklılıklarına sıkça gönderme yapılır. O kadar ki, S.A.E. yalnız bünyesinde barındırdığı çalışanlarına değil, nesnelere dahi tesir etmektedir. Hayri Bey’in hayatında önemli bir yere sahip ayaklı bir duvar saati olan “Mübarek” de, enstitünün büyüyüp gelişmesinden payını alacak ve akşam kokteyllerinde sergilenecektir. Fakat gerçek Mübarek Hayri Bey’e ve dahi babasına, dededen miras kalma, yine dedenin vasiyetiyle yapılması istenen bir camiye konulmak üzere satın alınmış, tahta, eski bir saattir. Bu görünümde bir saatin enstitüye yakışmayacağı düşünüldüğünden kokteyllerde Avrupadan ithal, işlemeli, altın varaklı “Modern Mübarek” görücüye çıkartılacaktır. Hayri Bey’i tüm Şarklı halleri, düşünceleri, kusurlarıyla kabul ediyor görünen enstitü, onun hayatında saatlere olan ilgisinin baş kahramanını bile kendi değerlerine göre değiştirmekten geri durmamıştır. Roman boyunca aile vasiyeti caminin yapımını gerçekleştirmesi beklenen Hayri Bey’in, geçen zaman içinde kendisini modern bir enstitü binasının planını çizerken bulması da, şüphesiz “yeni hayat”ın bireylerin kişiliğinde sessiz ve kararlı ilerleyişinin apaçık bir sonucu, göstergesidir. Geleneği, eskiyi şekilci olmakla itham eden yeni, kendi iktidar sistemini kurduğunda ortada içi boş şekillerden başka birşey bırakmamıştır.

“Hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız.”

Hayri Bey’in tasarladığı enstitü binasını modern mimarinin en önemli örneklerinden biri olarak değerlendiren ve takdir eden kurum çalışanları, iş kendi evlerini tasarlamaya gelince bu işin kesinlikle Hayri İrdal’a verilmemesi gerektiği fikrinde birleşmişlerdir. Görülen odur ki, yeni olanı, değiştirdiği hayatları dışarıdan izlemesi zevkli, değişim için fedakarlık göstermek, eski alışkanlıklarımızdan, geleneklerimizden ödün vermek ise riskli ve sevimsizdir. Enstitümüzün arka yüzü ortaya çıkmış, getirdiği her yenilikle gündemin ilgi odağı olan bir kurum, insanları eğlendiren bir film olmaktan çıkıp hayatlarına etki eder hale gelmiş ve hemen o anda toplumdan gördüğü tüm desteği kaybetmiştir. Yapabilecek başka bir adımı kalmayan Halit Ayarcı da enstitüyü terk etmiş ve tasfiyesi için gerekli işlemlere başlamıştır. Geriye, artık asla eskisi gibi olamayacak, yalanlar üzerine dolambaçlar çizerek kendisine ve toplumuna yabancılaşmış bir Hayri İrdal hayatı kalmıştır. Anı kurtarma adına Halit Ayarcı’nın ve çantasında getirdiği “yeni”nin hayatına girişini sorgulamadan kabul eden Hayri Bey, gününün her saniyesini düzenleyen bu adamın kurduğu düzeniyle birlikte bir anda hayatından çıkması ile ne eskiye dönebilmiş, ne yenide kalabilmiştir. Bütün roman boyunca ana karakterinde kendini gösteren arada kalmışlık hissi, kitabın sonunda da tüm monotonluğu ve belirsizliği ile Hayri Beyi’in sırtına giydirilmiştir.

Peki ya bizler, hayatlarımızdaki Halit Ayarcılar birer birer çekip gittiğinde, sırtımıza giyecek bir his bulabilecek miyiz?

Kaynakça
FOUCAULT, Michel (1995), “Yaşatmak ve Ölmeye İzin Vermek: Irkçılığın Doğuşu”, Birikim, sayı: 74, İstanbul, s.50-61
ANIK, Mehmet (2007), “Michel Foucault ve İktidar Ağlarıyla Örülmüş Özne”, Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Yazıları 1, Kızılelma Yayıncılık, İstanbul, s. 341-352.

(!) Bu yazı -Foucauldian okuma sürecimin başlangıç evresindeki bir parçası olarak- sosyal bilimlerle ilişkimin gelişmesine ölçülemez katkısı bulunan değerli hocam Dr. Nil MUTLUER tarafından önerilen bir dönem projesi kapsamında hazırlandı.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

İletişim Çağında "İletişememek"

Faruk Uzun

“Duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması, bildirişim, haberleşme.” Dil kurumumuz iletişim kavramını böyle tanımlıyor. Günlük hayatta sıkça duyduğumuz ve günün her diliminde bizzat uygulamaya çalıştığımız bu kavramın, mevsimler misali durmaksızın değişen ve kartopu dinamizmiyle devinen toplum içinde bambaşka anlamlar kazandığı ise yadsınamaz bir gerçek.

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

İletişim kurmak, birey özelinde ikili ilişkilere temel teşkil ederken, toplum genelinde kültürlerin oluşmasında, gelişmesinde ve yayılmasında baş taşıyıcı görevi görür, başrol üstlenir. Sembolik etkileşimcilere göre insan eyleminin geldiği nokta, tamamen bireylerin birbirleri ile etkileşimlerinin ve çevrelerine uyum süreçlerinin bir ürünüdür.* Nesiller boyunca üretilen bütün teknolojinin, sanatın, edebiyatın ve kitlesel ilerlemenin kaynağı olarak gösterilen bir eylemden bahsediyoruz ve iletişimin önemini vurgulamak için dahi iletişim kuruyor, sözler söylüyor, yazılar yazıyoruz.

Günümüz çağına verdiğimiz isimlerden biri “iletişim çağı”, çağımızın en büyük eksikliği herkesin dilinde: “iletişim kurmak”. Peki nasıl oluyor da insan çağa adını veren bir öğenin yokluğundan yakınabiliyor? Yaşadığımız, Lale Devri’nde Osmanlı’da lale bulamamak ya da Bakır Devri’nde bakırsız kalmak gibi trajikomik bir sorun mu? Cevap, derdimize aradığımız devanın içkin niteliklerinde yatıyor.

İletişim, etkileri duyularla gözlenebilir olsa da, öz itibariyle soyut bir mefhum. Hal böyle olunca elimizle tutamadığımız “iletişim”i radyasyondan koşarak kaçarcasına bir mantıkla irdelediğimizde, gerçekte tam olarak ne olduğunu hiç görmediğimizden değişmiş halini de algılamak zorlaşıyor. Bunun tezahürü olarak her tartışma programından “toplumda insanlarla iletişim kurulmuyor efendim” yakınmalarını dinliyor, her köşe yazısından “halkla siyasetçiler arasında iletişim yok” şikayetlerini okuyoruz, iletişim araçlarını kullanarak.

Enformasyon sorunları dendiğinde yüzyıl önce “alıcı ile vericinin birbirine ulaşamaması, haberleşme kanallarının yetersizliği” akla gelirken, bugün teknolojinin sağladığı imkanlar sayesinde tarafların kablosuz iletilen datalarla istedikleri an ve mekanda birbirlerine ulaşmaları mümkün. Bugün, geçmişten günümüze dünyada konuşulan binlerce dil, sembol ve kavram, saniyede binlerce megabyte hızla, günde milyonlarca kişi tarafından paylaşılıyor. İşte kırılma tam da bu noktada gerçekleşiyor: İletişim araçları, kitleleri buluşturma fonksiyonunu çoktan aştı. Artık farklı gezegenlerdeki iki insanın uydu telefonu ile yüksek kalitede görüntülü görüşmesi dahi iletişim sayılmıyor. Verilen örnekteki görüşme yalnızca iki insanı bir araya getiriyor, iletişim kurmak ise artık bambaşka dünyalardan gelen sayısız çeşitlilikteki sembollere anlam yükleyebilmekle doğru orantılı.

İnternet hayatımıza girmeden önce herbirimizin iletişim kurduğu çevre fiziki olarak ulaşabildiği ile sınırlı olduğundan ve yakın çevremizde etkileştiğimiz tüm dillerle, kültürlerle, sembollerle yakın ilişkimiz bulunduğundan, bireylerin iletişim kurabilmeleri için bir araya gelmiş olmaları en büyük etkendi. Bugünse ulusaşırı şirketlerin temellerini attığı kompleks ulaşım ve erişim ağları sayesinde bir araya geliyor olmak olağan. Artık iletişim kurmakta asıl etken kıtalarca öteden gelen yerel sembolleri, Avrupa’lı şairin şiirinden etkilenmiş yan komşumuzun bize anlattığı fikirleri, Ortadoğulu bir ressamın özgürlük anlayışından etkilenen Avrupa’lı politikacının verdiği ropörtajı, Güney Amerika’lı dansçının figüründen etkilenen Asya’lı sporcunun gol sevincini bütüncül bir çerçevede - belki çerçeveleri kırarak- anlamlandırabilmek oluyor. Dünyayı tektipleştirdiği gerekçesiyle eleştirilen küreselleşme dalgası, diğer yandan binlerce yerel kültürün de video paylaşım siteleri, bloglar, mobil portallar, e-dergiler ve çeviri yayınlarla yeni yaşam alanlarını bulabilmelerine imkan sağlıyor.

Yeni dünyada -ya da ona verdiğimiz isimle iletişim çağında- yaşamaya devam edebilmek, durmaksızın süren iletişim ağları içinde adaptasyonumuzu sağlayabildiğimiz ölçüde mümkün görünüyor. Kablosuz sinyallerle taşınan yerel danslar, alfabeler, şarkılar, ağıtlar birbiriyle etkileşmiş ve yepyeni anlamlar türetmiş durumda. Mevcut sözlüklerimiz, kalıplarımız ve aitliklerimiz oluşan çokkültürlü yapıyı algılamakta yetersiz kalıyor. Tek bir kültürün doğrusu, düzlemde birçok noktada kesişerek yeni şekiller meydana getiren ufukları göremiyor, göremediğine ise yabancılaşıyor, yabancılaştığını aralarında bir çok ortak nokta bulunmasına rağmen ötekileştiriyor. Bu nedenle iletişim sistemleri her saniye gelişirken, biz iletişim kurmanın güçleştiğinden yakınıyoruz. Perdede oynayan üç boyutlu filmi bulanık görüyorsak, bu filme uygun gözlüklerimizi takmanın zamanı gelmiş olmalı. Filmin tamamını kaçırmadan…

Kutsal saydıklarınızın selamı üzerinize olsun


* Sembolik Etkileşimci düşünürler ve okuma önerileri için bkz. Stones, Rob (2008). Sosyolojik Düşüncede İz Bırakanlar. İstanbul: Bağlam.
(!) Bu yazı ilk kez, ebedi dostum, edebi üstadım ve fikri muhalifim Cesur Sunar ile birlikte ürettiğimiz ikifikir isimli blogda yayınlandı. Hayatın farklı alanlarına dair denemelerimize ikifikir.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Kentin Kargaşasına Platonik Aşkımız: Sosyal Ağlar Üzerinden İkincil Toplumsal İlişkilere Dair Bir Yorum

Faruk Uzun

İnsanlar hayatta kalabilmek ve varlıklarını sürdürebilmek için başlangıçta içinde bulundukları doğal çevrenin koşullarına göre faaliyetler içinde bulunmuşlardır. Tuna’ya göre insanların karşılaştıkları ve tek başlarına çözemedikleri sorunları toplum içinde gerçekleştirdikleri ilişkilerle çözme istekleri onları daha ileri bir toplumsal birlik aşamasına ulaştırmış ve tarihte şehirler ilk olarak bu şekilde ortaya çıkmışlardır.1 Endüstri devrimiyle ve ulaşım olanaklarının da gelişmesiyle birlikte şehirler, birer üretim merkezi haline gelmişlerdir. Endüstrinin neden olduğu çekici kuvvetle birlikte, şehirlerdeki sosyo-ekonomik ve kültürel hayatın çeşitliliği köyden kente akımı teşvik etmiştir.2 Bu yazı; sanayileşme sonrasında oluşan modern kentlerde bireylerin ikincil toplumsal ilişkilere bağlılığına dair, son yıllarda dünya çapında yoğun ilgi gören sosyal ağların ilişkilere getirdiği yeni bir boyuta gönderme yaparak farklı bir yorum getirme amacı taşıyor.

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

Modern Kentlerde Toplumsal İlişkilerin Yapısı

Sanayi öncesi ve sonrası dönemin toplumsal yapısındaki değişimi ideal tipler ve karşıt toplumsal ilişkiler bağlamında karşılaştıran Tönnies’in Gemeinschaft/Gesellschaft kavram çifti3, yazıldığı dönem itibariyle modern kentteki hayat tarzına henüz entegrasyon sağlayamamış olmanın getirdiği bir tedirginlik ve karamsarlığa sahip görünür. İlerleyen dönemde ortaya konan çalışmalarla kentliliğe dair daha nesnel açıklamalar getirilmiş olsa da, günümüzde dahi insanların günlük konuşmalarında kentliliğin ikincil ilişkilerine karşı eleştirel bir üslup kullandıkları görülüyor. “Kentin karmaşası”, trafik problemi, gürültü ve çevre kirliliği, insanlar arasındaki güven duygusunun azalması, aile bağlarının zayıflaması gibi bir çok olumsuz nitelik bugün şehirli insanların kentliliğe dair değerlendirmelerinde ön plana çıkıyor. Fakat şehre atfedilen bütün olumsuz özelliklere rağmen, kentten kırsala göç oranlarında belirgin bir artış göze çarpmıyor. İnsanların içinde bulunmaktan huzursuz göründükleri ve sıklıkla yakındıkları şehirleri terk edememeleri yalnızca ekonomik refah ve bağlılıkla açıklanabilir mi? Neden insanlar kendilerini mutsuz hissetiklerini söyledikleri şehirlerde ısrarla yaşamaya devam etmektedirler? Modern kentin tüm sorunlarına rağmen ona karşı duyduğumuz “platonik aşk” şehirlerin hangi özelliğinden kaynaklanıyor olabilir?

Wirth’in “insanlığın tarih boyunca doğasından hiç olmadığı kadar uzaklaştığı bir dönem”4 olarak betimlediği modern kent yaşamının, varlığını sürdürecek iç dinamikleri de bünyesinde barındırmakta ve yeniden üretmekte olduğu söylenebilir. Kentliliğin başat niteliklerinden nüfus yığılmasının büyüklüğü ve yoğunluğunun yanı sıra, özellikle farklılaşma ve uzmanlaşmanın artması, şehrin içinde barındırdığı insanların birbirleriyle daha yüzeysel ilişkilere girmelerine neden oldu.5 Görünüşte sevimsiz ve soğuk olan bu ilişki biçimi, insanları kent hayatına bağımlı kılan en önemli özelliklerden biri olabilir. Neticede yüzeysel ilişkiler bireylerin birbirlerini derinlemesine tanımalarına olanak tanımaz ve kişi kendisini olmak istediği gibi tanıtabilme imkanı bulmuş olur.

Birincil ilişkilerin yaygın olduğu yapılar dışarıdan değerlendirildiğinde “dürüst ve samimi” olarak algılansa da, insanların eksik, kusurlu yönlerinin yakın çevresindeki herkes tarafından biliniyor olması çoğu zaman istenmeyen bir durum olabilir. Ayrıca normların aile, dini otorite gibi kurumlarla sıkı sıkıya denetim altında tutulduğu bir yapıda farklılıkların yaşam alanı bulması da kolay olmamaktadır. Farklılıkların kentte görece daha rahat yaşam alanı bulması, bireylerin zihinlerinde kurdukları dünyayı daha ulaşabilir kılmaktadır. Fakat iktidar, hayatın her alanında ve her toplumsal yapıda kendini gösteren bir eylem biçimidir6 ve küçük topluluklarda basit bir denetim mekanizması olarak ortaya çıkarken kompleks sosyal sistemlerde çok daha kapsamlı çalışan ve kontrol etmenin yanında yönlendirme ve dolaylı ya da doğrudan şiddete varan dayatmalar şeklinde görülebilir. Bu durum kentin en önemli çekim gücünden biri olan farklılıkları yeniden üretebilme özelliğini tehdit edici bir unsurdur. Bu durum, farklılıkların egemen bir güç etrafında sıralanarak eşitsizliğe dönüşmesinin de ilk adımı olarak değerlendirilebilir.

Kentin Modern Denetim Mekanizmalarından Kaçış: Sosyal Ağlar

Gücün her tahakküm manevrası, muhatabı tarafından bir rezistansla karşılaşır ve iki kutuplu dengenin bozulması bir sömürü veya güç dengelerinde değişimi beraberinde getirir. Farklılıklara kendilerini yeniden üretme olanağı sağlayan kentlerin bu özelliğinin yerini “toplumsal fayda”, “toplumsal adalet” adı altında tektipleştirmeye, ötekileştirmeye ve denetime devretmesi7 de, bu yapılar içinde yaşayan insanlar tarafından bir rezistansla karşılaşıyor: Son yıllarda önü alınamaz bir hızla yayılan sosyal ağlar. 2004 yılında kurulan sosyal paylaşım ve arkadaşlık sitesi Facebook’un 2010 yılı sonu itibariyle yaklaşık 500 milyon üyesi var.8 Sitenin kendi istatistiklerinde yayınladığı bilgilere göre, bu kullanıcıların %75’inden fazlası kentlerde oturuyor. Kentlerde iletişim imkanlarının daha gelişmiş olmasının yanı sıra bu rakam bizlere bir başka gerçeği daha söylüyor olabilir; kentli insanlar yeniden toplumsal denetimden sıyrılabilecekleri, yüzeysel ilişkiler kurabilecekleri ve kendilerini diledikleri özellikler ile tanıtabilecekleri alanlara kaçıyorlar. Elli yıl önce köyden kente yaşanan kitlesel göç, günümüzde kentlerden sanal ağlara doğru akıyor. Farklılıklarına yaşam alanı bulabilmek için kentin karmaşasına kayıtısız şartsız katlanan birey, artık kendine yeni yaşam alanları üretebilmek için dijital dünyanın kompleks yapısıyla mücadele içine giriyor.

Sonuç Yerine

Toplumsal yapı bakımından birincil ilişkiler olarak adlandırılan sistemin doğrudan denetleyici formuna rezistans olarak “varını yoğunu satarak kente gelen” insanlar, tahakkümden kurtulmak adına kentli olmanın sorunları ve sıkıntılarıyla mücadele ediyorlar. Sıklıkla kentten yakınma cümleleri kuran insanların buna rağmen kırsala göç etmemelerinin nedeni, bugün “internet başından kalkmayan çocuğun” bilgisayar başında kalmasının nedenine benzetilebilir. İnsanın kendini dilediği gibi kurabileceği ve tanıtabileceği, dilediği gibi olabileceği –en azından görünebileceği- bir dünyada var olma isteği, tarih boyunca onun mekan ve hayat tarzı seçimlerinde belirgin rol oynadı ve oynamaya devam ediyor. Önümüzdeki yıllarda, denetim mekanizmalarının sosyal ağlara yönelik kontrol çalışmaları artacağa benziyor ve bu durum bireylerin yeni rezistanslar göstermesi ile günlük hayatlarımızda mekanın yeniden kurulmasına neden olabilir.

Kutsal saydıklarınızın selamı üzerinize olsun


Kaynakça ve Notlar:
  1. Korkut Tuna (1987), “Şehirlerin Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Sosyolojik Bir Deneme”, s.74-75, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Basımevi.
  2. Orhan Göçer, (1979), Şehirciliğe Giriş, s.7, Konya: KDMM Yayınevi.
  3. Ferdinand Tönnies tarafından 20. yüzyılın başlarında ortaya konan kavram çifti. Gemeinschaft terimi topluluk/cemaat olarak çevrilir ve geçmişin uyum ve istikrar çağının romantik anılarını çağrıştırır. Daha özel anlamda, büyük ölçüde kişisel, yakın ve sürekli insani ilişkileri anlatmakta kullanılır. Birincil ilişkiler olarak adlandırılan bu yapı içindeki bireyler, tıpkı ailede olduğu gibi tamamen değilse de büyük ölçüde gerçek dostlar grubuna veya sıkıca birbirine bağlı bir gruba katılmaktadırlar. Gesellschaft terimi ise toplum/birlik olarak çevrilir ve kent hayatının görünüşte kişisellikten-uzak, yapay ve geçici ilişkilerini anlatmakta kullanılmıştır. İkincil ilişkiler olarak adlandırılan yapı içindeki insanlar başkalarıyla ilişkilerinde daha hesaplı, daha rasyonel ve kendi çıkarına yönelik bir yaklaşım içinde olurlar ve birbirlerini yakından tanımak yerine, daha ziyade onlarla sözleşmeler veya anlaşmalar yaparlar. F. Tönnies’in kavram çifti hakkında daha detaylı bilgi için bkz. Martin Slattery (2003), Sosyolojide Temel Fikirler, [Ed. Ümit Tatlıcan] s.58-63, Bursa: Sentes Yayınları.
  4. Louis Wirth ([1957] 2002), “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, s.77, 20. Yüzyıl Kenti içinde, Ankara: İmge Yayınları.
  5. Wirth, a.g.e, 91.
  6. M. Foucault’dan aktaran, Ferda Keskin (2000), Özne ve İktidar, s.20, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
  7. David Harvey, “Toplumsal Adalet, Postmodernizm ve Kent”, s.219, 20. Yüzyıl Kenti içinde, Ankara: İmge Yayınları.
  8. http://www.shiftdelete.net/facebook-yarim-milyara-ulasti-22359.html (Erişim tarihi: 04.05.2011)
(!) Bu yazı ilk kez, ebedi dostum, edebi üstadım ve fikri muhalifim Cesur Sunar ile birlikte ürettiğimiz ikifikir isimli blogda yayınlandı. Hayatın farklı alanlarına dair denemelerimize ikifikir.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz.

26 Mart 2012 Pazartesi

Faust İkilemi Üzerinden Türkiye’de Bireysel Tasarruf Eğilimleri

Faruk Uzun

Giriş

“Yeni yüzyılın en küresel tartışma konuları” isminde bir liste yapılsa, fikrimce tasarruf tedbirleri, yeni enerji kaynakları arayışı ve doğal kaynakların geri kazanımı listenin ilk beş sırasında yer bulurdu. Dünya çapında tartışıldığını ve milyarlarca insan tarafından hakkında çözüm arandığını varsaydığımız konular hakkında hala bir arpa boyu yol kat edememiş olmak, doğal bir sonuç gibi görünmüyor. Ya çözüm arıyor gibi görünen otoritelerin kurtuluş reçeteleri kendi hastalıklarından ötesine şifa vermiyor, ya da bireysel olarak Dünya’nın geleceği hakkında konuştuğumuz kadar endişe duymuyoruz. Daha ironiği, faydanın bugünü ve geleceği arasında yaşadığımız bu ikilem aslında insanın varoluşundan beri süregeliyor.

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

Karşısına çıkan her probleme çözüm bulmakla övünen insan aklı, davranışlarına temel teşkil eden en önemli ikilemini aşmakta çaresiz kalıyor. Harvard İşletme Okulu profesörleri de yaşadığımız arada kalmışlığı Faust İkilemi olarak kavramsallaştırıyorlar. Yirmibirinci yüzyılda insana yönelik bir sorunu açıklamak için, onsekizinci yüzyılda yaşamış bir yazarın eserine gönderme yapılıyor. Bence bu referans, eserin sahibinin ne kadar nitelikli bir yazar olduğunu gösterdiği gibi aynı zamanda çağları eskiten insan ırkının da temelde ne kadar aynı kaldığını anlatıyor.

Faust İkilemi

İkileme ismini veren eser, Wolfgang von Goethe’nin 1806 yılında yayınlanan Faust isimli şiirsel oyunu. Eserde, Faust isminde bir akademisyenin hayatın anlamını yitirdiğini düşündüğü bir dönmde şeytan (Mefisto) ile yaptığı anlaşma betimlenir. Anlaşmaya göre şeytan, Faust’a istediklerini elde etmesi için yardım edecek, buna karşılık Fasut da ruhunu şeytanın emrine verecektir.

İkilem, Faust’un şeytanla yaptığı bu alışverişe gönderme yaparak insanlığın günlük zevkler ve yaşam tarzlarını uzun vadade insanlığın tamamına faydalı olacak kararlara tercih etmesi sorununu masaya yatırıyor. Şimdiki zamanın zevklerini öne çekmek için mümkün olduğunca fazla kaynak kullanmak mı? Yoksa gelecek zamanı yaşanabilir kılmak için bugün sahip olunan kaynakları idareli kullanmak mı? Bu yazı, Faust ikilemini küresel tercihler noktasından daha bireysel bir çizgiye çekiyor. Faust’un arada kalmışlığı üzerinden Türkiye sosyo-ekonomik yapısı ile şekillenen bireysel tasarruf eğilimlerine bir yorum getirmek, toplumsal sorumluluk algılarımıza yeni bakış açıları kazandırabilir.

Türkiye’de Hane Tasarrufunun Önündeki Engeller

İkibindokuz ve ikibinon hane halkı bütçelerine göre, Türkiye’de 19 Milyon haneden yüzde 55’i tasarruf edebiliyor, yüzde 45’i ise kazandığından fazlasını harcıyor.* Tasarruf yapan kesimden ise işyerleri ile anlaşmalı emeklilik sigortaları ve kurum içi tasarruf fonları düşüldüğünde aylık gelirinin üzerinde harcama yapan hane oranı yüzde 60 seviyelerini buluyor. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECB) ülkeleri arasında Türkiye bu tasarruf oranlarıyla 15 ülke arasında 11. sırada yer alıyor. Türkiye’den düşük ortalamalı ülkeler ise ekonomik hacmi bakımından tasarruf ihtiyacı görece düşük ABD, İngiltere ve Brezilya. Dördüncü ülke olan Yunanistan’ın ise sergilediği tasarruf performansıyla bugün vardığı noktayı izlemeye devam ediyoruz.**

Davranışsal teorilerin defalarca ortaya koyduğu üzere, bir davranışı onu çevreleyen diğer etkenlerden bağımsız düşünmek, davranışı açıklamada önemli eksikliklere yol açabilir. Bu eksiklikleri giderebilmek adına, özelde bireysel genelde ise toplumsal olarak “tasarruf” davranışının diğer sosyal dinamiklerle ilişkisine bakmak yapılacak analizde faydalı olabilir. Ayrıca Türkiye’de tasarruf davranışına yönelik yorumlarımıza farklı dinamikleri dahil etmenin, ortaya çıkacak yorumu salt eleştiri düzeyinden sıyırıp yapıcı-açıklayıcı hale getireceğini düşünüyorum.

Türkiye’de bireylerin tasarrufa yönelmiyor olmasında iki temel etken öne çıkıyor. Öncelikle, insanların tasarruf “edememelerine” neden olan etkenden bahsedilebilir. Türkiye’de insanların önemli bir kısmı, tasarruf etme tercihini yapabilecek konuma gelmeden önce, tasarruf edemiyor olmanın derdi içerisinde bulunuyorlar. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye’de insanlar tasarruf edebilecekleri kadar para kazanamıyor. Dahası, pek çok hane birden çok kredi kartı limitine sahip ve birinden çektiği nakit avans ile diğerinin minimum ödeme tutarını kapatıyor. -Bu yöntemi kullanan hane sayısı o denli fazla ki, 2010 Kasım ayında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu üç aydan fazla minimum tutar ödeyen müşterilere nakit avans çekme yasağı getirmek istemiş, fakat ortaya çıkacak tablonun vehametini hesapladıktan sonra bu talebinden vazgeçmişti.- Keskin bir tel üzerinde yalınayak yürümeye eş bu yolculukta borcun üzerine biriken faizler, borçlu haneleri her geçen gün daha fazla ezen bir yük olarak etkisini devam ettiriyor.

Tasarruf sepetinin altını delen ikinci etken olarak, Türkiye toplumsal yapısındaki “tasarruf” bilincinin her geçen gün etkisini yitiriyor olması gösterilebilir. Fikrimce bu bilinç, Dünya hafızasından siliniyor. Düşük gelire sahip olmak, tasarruf edemiyor olmanın bir nedeni olabilir. Fakat yüzde 5, yüzde 10 gibi tasarruf oranları Türkiye kişi başına milli geliri için imkansız görünmüyor. 800 TL gelir üzerinden 50 TL tasarruf yapmak, en az ekonomik yeterliliğe duyduğu ihtiyaç kadar tasarruf bilincine de ihtiyaç duyuyor. Bilinç konusunu “tüketim toplumu olduk çıktık” yüzeyselliğinde tartışmamak adına, bu noktadan sonra tekrar Faust İkilemi üzerinden ilerlemeye çalışacağım.

“Yarın” Algısının Tercihlerimiz Üzerindeki Etkisine Dair

İkilem ile ilgili Harvard Business Review’de yayınlanan bir makalede***, çarpıcı bir örnek yer alıyor. 2010 yılında gıda üretim devi Frito Lay, SunChips cipsinin paketlerinde bir değişikliğe gidiyor. Değişikliğe göre yeni paketler doğada tamamen çözülebilir nitelikte. Fakat hevesle piyasaya sürülen yeni ürünler, aynı hevesle geri dönmüyorlar. Bir kaç ay sonra satışlar yüzde 10 düşüyor. Ürün içeriği aynı olduğundan, ambalaja yönelik yapılan memnuniyet araştırmasında tüketicilerin yeni paketi fazla “hışırtılı” buldukları sonucuna ulaşılıyor. Daha sonra şirket eski tip pakete geri dönüyor ve çözülebilir olanın hışırtısını giderebilmek için yeni yollar arıyor. Bugünün hışırtısını, yarının kıtlığından daha dayanılmaz buluyoruz.

Arkadaş sohbetlerinde timsah gözyaşları döktüğümüz çevre kirliliği, ekonomik krizler, küresel ısınma, doğal kaynakların aşırı tüketimi gibi konularda gerçekten kaygılanıyor muyuz? Uzağımızda olduğunu düşündüğümüz yangının kendi evimizi kavuruyor olduğunun farkına varamıyor muyuz? Neden sağlam inşa etmediğimiz her evin üstümüze yıkılacağını, tasarruf etmekten erindiğimiz her liranın borç hanemize yazılacağını kabul etmekte bu denli inatçı davranıyoruz? Sanırım Faust İkilemi, bu sorulara cevap bulmak adına önemli ipuçları içeriyor.

Etik bir değer olarak “yarın” bizim için ne ifade ediyor? Belirleyebilmek önemli. Çünkü ancak yarını tanımlayabildiğimizde onun için bugünümüzden fedakarlık yapıp yapamayacağımıza karar verebiliriz. Her hücrenin sayısız başka hücre ile etkileşime geçebildiği bir yüzyılda, evet; Türkiye’de tasarruf oranları neden artmıyor? sorusunun cevabını da küresel boyutta düşünmek gerekiyor. Cevabı, her yeni güne savaş sinyalleri ve kriz uyarılarıyla giren insanların zihninden düşünmek gerekiyor. Görünen o ki insanlar, savaşlarla dolu bir yarına tasarruf götürmektense, ellerindeki imkanlarla bugünü mümkün olduğunca keyifli kılmaya çalışıyorlar. Global ısınan bir dünyaya çocuk getirmektense, kendilerini çocuklar gibi şen kılmanın hesaplarını yapıyorlar. Bu yönüyle, “tüketim kültürü” dediğimiz olgu insanları silah zoruyla tüketime zorlamaktan ziyade, onlara hala yaşıyor olduklarına dair geçici de olsa bir umut veriyor. Yarınlarda hayat belirtisi göremeyen bizler, geçici de olsa bulduğumuz umutlara sarılıyoruz. Öyleyse çözüm önerilerimizde zanlı olarak tüketim kültürünü taşlamak, bindiğimiz kurtuluş kayığına koca bir taş koymaya benziyor. Herşeyden önce, uğruna tasarruf etmeye değer bulduğumuz yarınlara ihtiyacımız var. Mevcut siyasi ve ekonomik otoriteler, yarınlara dair bu güveni sağlayamıyorlar.

Çözüm önerileri kapsamında, yukarıda bahsettiğim soruna yönelik iki başat etken üzerinden gidilebilir. Fikrimce bu doğrultuda Türkiye’de insanların tasarruf edemiyor olmasına neden olan gelir yetersizliği devlet odaklı bir çözüme ihtiyaç duyuyorken, tasarruf bilinci meselesi aynı oranda sivil toplumun dinamizmine ihtiyaç duyuyor. Devletler, kanlı tarihleriyle muhtaç olduğumuz güvenilir ufukları temin etmekte yetersizler. Öyleyse bugün alacağımız tedbirlerin yarını şekillendirmede oynayabileceği potansiyel etkiyi ortaya koymamız gerekiyor. Tasarruf simülasyonlarıyla, toplumsal kalkınmanın bireysel bilinçten bağımsız var olamayacağını anlatmamız gerekiyor.

Bugün “damlaya damlaya göl olur” dediğimizde, zihnimizi “göl taşar sel olur” endişesi kaplıyor. Biz damlalar etrafına örülen duvarları yıkalım, onlar bir bir nehire akar, yarınlarımıza can olur.

Kutsal saydıklarınızın selamı üzerinize olsun


*Türkiye İstatistik Kurumu, Hane Halkı Bütçesi: 2009-2010
**Merkez Bankası, Türkiye’nin Karşılaştırmalı Cari İşlemler Dengesi ve Rekabet Gücü Performansı: 1997-2010
***ASHKENAS, Ron. (2011) “Sustainability’s Faustian Dilemma”. Harvard Business Review içinde.
(!) Bu yazı ilk kez, ebedi dostum, edebi üstadım ve fikri muhalifim Cesur SUNAR ile birlikte ürettiğimiz ikifikir isimli blogda yayınlandı. Hayatın farklı alanlarına dair denemelerimize ikifikir.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz. Aynı yazı, değerli hocam Doç.Dr. Selim ÖZDEMİR tarafından hazırlanan Motivaspirin isimli blogda da yayınlandı. Gösterdiği teveccüh için kendisine teşekkür ederim.


20 Mart 2012 Salı

Ekonomik Kriz Haberlerine Sadeleştirilmiş Bir Katkı: KRİZ 102

Faruk Uzun

Giriş

Uzaydan bakıldığında yerkürenin zamansal açıdan homojen olduğu algılanabilir. Fakat toplumsal açıdan Dünya üzerinde aynı anda birden fazla çağın yaşandığı tarihsel bir gerçek. Farklılıklara dokunabilme imkanımızın hiç olmadığı kadar arttığı bir çağda, “öteki”nin “biz”den farklı olmadığı gerçeğini öğrenmemizin vakti de geldi geçiyor. Zamansal ve mekansal açıdan bağımsız olduğumuzu düşündüğümüz tüm dünya nüfusuyla aynı toprağa basıyor olduğumuzu hatırlamak önemli.

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

Küreselleşmenin sağladığı kültürel yakınlaşmalar gündemlerimizde sıkça yer alıyor. “Mesela internet…” ile başlayan cümlelerde verilen örnekler mesafelerin kısaldığından ve sınırların kalktığından bahsediyor. Bence bu noktada yakınlaşan unsurlara eklemeler yapmak gerek. Etkileşim sürecinde yalnızca insanlar arasındaki mesafeler kalkmıyor. Artık ekonomiler, kültürler, krizler ve doğal felaketler de birbirine hiç olmadığı yakın. Dünya altın piyasası Hindistan’daki düğün mevsiminden etkileniyor, Japonya’yı vuran deprem Türk otomotiv sektörünü etkiliyor, nükleer tesislerde meydana gelen sızıntılar dünyanın nükleer enerjiye bakışını yeni baştan şekillendiriyor. Yakınlaşmanın ve bilgi aktarımının bu denli arttığı yüzyılda, yerel politikaları gezegenin gidişatına göre belirlemek, tavsiye olmaktan çıkıp zorunluluk halini alıyor. Yaşanan her felaket, her kriz hatta her eylem insanlık için birer vaka analizine fırsat veriyor. Gelecek ise doğru analizleri yapan birey, sınıf ve toplumların eylemlerine göre döneceğe&duracağa benziyor.

Okumakta olduğunuz yazının ilk bölümü* bugünün ekonomik yapısına derin etkileri bulunan 2007-2008 ekonomik krizine dair sadeleştirilmiş bir anlatım içeriyordu. Bu bölüm ise küresel ekonomik krizden sonra ortaya çıkan büyük resmi yorumlamaya ve bu resim içinde Türkiye’nin yapısal özellikleri bakımından bulunduğu konuma dair fikirler barındırıyor. Öne sürülen fikirlerin tutarlığını ölçebilmek adına, iki yazının okunup birlikte değerlendirilmesini tavsiye ediyor, yoğun tartışma gündemleri içinde kısaltılmış okuma notları olarak gördüğüm iki bölümün, ekonomiden haz etmeyen zihinlerin güncel okumalarına bir katkı olacağını umuyorum.

“Gelişmiş Ekonomi” Krizi

Mortgage krizi, ikibinyedi krizi, sanal ekonomi krizi… Adını ne koyarsak koyalım, etkileri hala devam etmekte olan son ekonomik krizi öncekilerden ayıran bir başat özellik ortaya çıkıyor: Son ekonomik kriz, bu kez hiyeraşik gelişmişlik piramidine göre işlemiyor. Alışılageldik ekonomik krizlerde; gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşanan ekonomik bunalımlar krizin habercisi olur, gelişmiş ülkeler bu belirtilerden sonra çeşitli önlemler alırlar, kriz küresel boyutlara ulaşmadan gelişmemiş ülkelere yardım ödenekleri ayırırlar ve hem krizin kendi ekonomilerine ulaşmasını önler, hem de gelişmemiş ekonomileri kendilerine bir kat daha bağımlı hale getirirlerdi. Dillere pelesenk olan “ekonomik kriz kapitalizmin can damarıdır” algısı bu sürece gönderme yapıyor. İşte ikibinsekiz krizini kapitalin can damarı olmaktan çıkartıp atar damara atılan ölümcül bir kesik haline getiren fark da tam bu noktada ortaya çıkıyor. Salgın, bu kez yapısal olarak piramidin en üstündeki ekonomilerden yayılmaya başladı.

İpotek karşılığı kredilere artan talep, piyasalarda gerçekte mevcut olmayan bir hareketliliğe neden oldu. Spekülatif olarak artırılan konut fiyatları, pazardaki iş potansiyelini içi hava dolu bir balon gibi şişirdi. İş potansiyeli ve geleceğe dönük yatırım planlarından doğrudan etkilenen borsa, tavan rakamlara ulaştı. İşte “sanal ekonomi krizi” derken, tam da bundan bahsediyoruz. Borsa gibi, reel yatırımlardan ziyade yatırım vaatleri ve öngörüleriyle şekillenen bir bulut sisteminin ilk rüzgarda dağılmasından bahsediyoruz. Sistemin nesnesi, büyümenin aracı borsa olunca, yaşanan krizden en çok etkilenenlerin de geniş borsa hacmine sahip ekonomiler olacağını öngörmek –en azından bugünden bakıldığında- zor değil. Hisse senetlerini, kredileri, borsa işlem hacimlerini vuran bir ekonomik kriz, ilgili kalemlerin en geliştiği ülkelerden başlayarak yayılmaya başladı. Daha fazla gelir elde edenler daha fazla yatırım yapmak istediler, daha fazla borcun altına girdiler ve bu durum gelişmiş ülke ekonomilerinin gelişmekte olanlara oranla daha fazla borçlanmalarına neden oldu. Piyasa fiyatları düşüp borçlar ödenemediğinde –ya da yapılan yatırımın karlı olmadığı fark edildiğinde- ise, gelişmiş ülkeler gelişmekte olanlara oranla daha fazla borcun altında kalmış oldular –ya da zarara daha fazla yatırım yaptıklarından daha fazla zarar ettiler-.

Ekonomisinde yoğun üretim gücü barındıran Fransa, Almanya ve İngiltere gibi gelişmiş ülkeler de, diğerlerine nazaran bünyelerindeki “reel” iş hacminin gücüyle krizin yol açacağı ölümcül darbeyi ilk an için savabildiler. Fakat krizin bir gelişmiş ekonomi krizi olmasının bir diğer yönü, gelişmiş sanayi ülkelerini tehdit etmeye devam ediyor: Bu ülkeler aynı zamanda Euro bölgesindeki en önemli borç verenler olduklarından, krizin iflasa sürüklediği ekonomilerin olası iflaslarından birinci derecede etkilenecekler. Bu yönüyle borçlu ülkelere dair hazırlanan kurtarma planları ve yardım paketleri, Avrupa ve Dünya ekonomisinin geleceğine yön verecek nitelikte tasarı ve kararlar olması nedeniyle büyük önem taşıyorlar.

Büyük Krizin Daha Büyük Resmi

Yukarıda bahsi geçen geleneksel kriz belirtileri, hiyeraşinin tersine dönmesiyle görünmez hale geldiler. Bu nedenle gelişmiş ülkeler, kendi sistemlerine duydukları güvenin de etkisiyle gelişmekte olan ekonomilerde bir belirti görmediklerinden herhangi bir ekonomik kriz ihtimalini akıllarına getirmediler. Avıyla birlikte ağaca çıkmış bir çita gibi, tek tehlikenin yerdeki sırtlandan geleceği düşüncesiyle, gözlerini yerden ayırmadılar. Fakat kriz, bir Amerikan kartalı gibi yukarıdan olağanca şiddetiyle indi ve avı kaptığı gibi göklere çıkardı, yerdekiler bakakaldılar.

Sürecin devamında, krizin nitelik olarak “sanal ekonomi krizi” olmasının iki temel sonucu ortaya çıktı: Birincisi; borsa gibi sanal finansal enstrümanları gelişmiş ülkeler krizden ağır yara aldılar. İkincisi; sanal ekonominin zarara uğradığı bu dönemde üretime dayalı “reel” ekonomiler krizden yara almadan kurtuldular. İki kabile düşünün ki, biri yerleşik hayata geçmiş, diğeri göçebe olsun. Meydana gelen sel felaketinde, elbetteki iki kabilenin zararı farklı olacaktı, öyle de oldu. Yerleşik hayata geçenin evleri yıkıldı, tarlaları, ekinleri sular altında kaldı; göçebenin ise zaten yıkılacak evi, ziyan olacak mahsülü olmadığından çadırını topladı ve yeniden yola koyuldu. Gelişmekte olan ülkelerin krizden görece zararsız çıkmalarını, örneğini verdiğim iki kabilenin durumuna benzetiyorum. İkibinyedi yılında başlayan kriz bir gelişmiş ekonomi kriziydi ve ekonomisi gelişmekte olan ülkeler yukarılarda esen bu rüzgardan minimum düzeyde etkilendiler.

Teğet Geçme Bahsi

Gelişmekte olan ülkeler statüsünde değerlendirebileceğimiz Türkiye’de de kriz haberleri gündemde sıkça yer aldı. “Kriz teğet geçecek” yorumu fazla iyimser bulundu. Lakin bu yorum bir müneccimlik belirtisinden ziyade, gerçekçi bir okuma içeriyordu. 2008 yılında uzmanların bir uyarıda bulunduğunu hayal edelim. Farz edelim, “yüz metre yukarıdan sert bir rüzgar esecek, ağaçlarınız kırılabilir” demiş olsunlar. Bu durumda kendi ağacımızın akibetine yönelik ilk yorumumuz, elbetteki ağacımızın boyuna göre olmalı. İşte Türkiye süreçte bunu yaptı. Kendi ağacının boyunun yüz metreye ulaşmadığını bildiğinden, rüzgar hakkında paniğe kapılmak yerine, büyük ağaçların devrilmesinden kaynaklanacak olası zararlara karşı önlemler aldı. Dış borçlanmasını azalttı, para birimini korudu ve tasarruf tedbirlerine yöneldi. Benzer politikaları uygulayan hemen her gelişmekte olan ülkede olduğu gibi, kriz Türkiye ekonomisinden de teğet geçti.** Bu öngörülebilir sonucu olağanüstü başarılı bir tahmin haline getirenin, siyasi muhalefetin stratejik okuma başarısızlığı olduğunu düşünüyorum.

Yunanistan Parantezi

Yunanistan’ın çöküş sürecine gelinceye kadar onlarca farklı dinamikten söz etmek mümkün. Fakat yazının bu bölümü sürecin detaylı bir analizini yapmaktan ziyade, gelişmekte olan bir ekonomi karakterine sahip Yunanistan’ın neden gelişmiş ülkeler üzerinden ilerleyen bir ekonomik krizde ana aktörlerden biri haline geldiğine dair bir yorum içeriyor.

Reel ekonomi üzerine bina edilmiş gelişmekte olan ülkelerin, krizden yıkıcı ölçüde etkilenmediklerini söylemek Yunanistan hakkında ayrı bir paragraf açma ihtiyacı doğuruyor. Ekonomik olarak gelişmekte olan ülkeler listesine dahil edebileceğimiz Yunanistan’ı yıkıcı dalganın içine sürükleyenin, ülkenin para birimini değiştirerek Euro’ya geçmesi ve bu geçiş sürecinden sonra sosyal hayatın da “Eurolaşma”sı olduğunu söylemek mümkün. Sosyal hayatın Eurolaşması derken, Yunanistan toplumunun Euro gücünü kullanarak ürettiğinin çok üstünde bir hayat standardı yaşamasından bahsediyorum. Çalışan ücretlerinin artması ve refah seviyesinin ülke büyüme oranından daha hızlı yükselmesi halkın algısında “gelişmişlik” hissi uyandırsa da, gelinen noktada ülkenin üretim maliyetini önemli ölçüde arttırdı ve dış ekonomilere karşı rekabet gücünü azalttı. Dönemsel olarak her ekonominin başına gelebilecek kötü gidişatın, Yunanistan için sonun başlangıcı olmasını ise doğrudan Euro ile bağdaştırmak mümkün.

Gelişmekte olan ülkelerin borçlanma ve maliyet problemlerini çözmek için kullandıkları en güçlü araç; para basma politikasıdır. Katı bir ücret indirimine gidilmeden, işçi çıkartmalara başvurmadan, enflasyonun yükselmesi karşılığında ülkeler para basma yetkilerini kullanarak girilen dar boğazdan çıkmaya çalışırlar. Bu düzen içinde Yunanistan’ın para birimini Euro’ya çevirmesi, akıntıya karşı kullanabileceği tek salını da batırması ile eşdeğerdi. Para basma yetkisini kaybetmiş Yunanistan artan iç borçlanmasını sürekli olarak dış borçlanma ile kapatmaya çalıştı ve borçları ödeme zamanı gelip alacaklılar kapıya dayandığında, kapıda hali hazırda sırada bekleyen sayısız alacaklı ile karşılaştılar. Dahası, kapının ardında içi borç senetleri ile dolu bir kasadan başka bir şey yoktu.

Küresel Bir Oyuncu Olarak Türkiye’ye ve Kriz Sonrasına Dair

Türkiye için “küresel bir oyuncu” sıfatı, ülke içinde yoğun milliyetçi söylemler ile örülmüş durumda. Fakat bütün bu ağ ve bağlardan soyutlayarak düşündüğümüzde, demografik ve jeopolitik olarak Türkiye’nin vizyonuna “küresel bir oyuncu olmak” ideailini eklemesinde bir gerçek dışılık görmüyorum. Bununla birlikte genişlemenin iç refah ile paralel artması, seçilecek tüm iktidarlar için en önemli meşruiyet koşulu olarak öne çıkıyor. Türkiye; Dünya’ya barış ve adalet yayma misyonunu üstlenmeden önce kendi topraklarının da yerküre üzerinde olduğunu hatırlamalı ve evrensel ahlakı kendi vicdanından başlayarak yaymalı.

Devletler, Dünya üzerinde yaşanan felaketlerden farklı şekillerde istifade edebilirler. Yaşananları kendi seçmenlerine gösterip kendi hatalarının kapatabilirler ya da eksik ve yanlışlardan ders alıp geleceğe dair uzun vadeli önlemler alabilirler. Hayatın her alanında olduğu gibi, Türkiye yaşanan küresel kriz sonrasında ekonomi alanında da böyle bir ikilem arasında bulunuyor. Dünya ekonomisinin haline acıyıp kendimizle gurur duymak mı? Yaşanan krizin uzun vadeli etkilerini düşünüp toplumsal refahı kalıcılaştırıcı politikalar tasarlamak mı? Politik dil, kendi devamlılığını sürdürebilmek adına kendisinden kaynaklanmayan olumsuzlukları hatalarının üzerine örtmeye meyilli. Öyleyse bu meylin üzerinde sağ duyulu ve yapıcı bir güç oluşturmak, sivil toplumun elinde. Yaşanan ekonomik kriz, yirmibirinci yüzyılda haberleşmenin hızını arttırdığı kadar, krizlerin ve felaketlerin de hızını arttırdığını ortaya koydu. Ayakta kalabilmek için, ekonomik ve sosyal yönden sağlam temeller üzerine bina edilmiş bir toplumsal bütünlük gerekiyor.

Faust İkilemi Üzerinden Bireysel Sorumluluklar ve Sonuç

Goethe Faust isimli eserinde, Faust isimli bir insanın şeytanla karşılaşmasını ve yaşadığı ikilemleri anlatıyor. Harvard İşletme Okulu profesörleri de toplumsal arada kalmışlıklarımızı “Faust İkilemi”*** ile ifade ediyorlar. Buna göre her gün eylemlerimizde idealizm ile pragmatizm arasında bir arada kalmışlık yaşıyoruz. Elimizde buruşturduğumuz kağıdı yere atıp atmamakla ilgili yaptığımız tercih gibi. Bir gün atmıyor ve Dünya’yı kurtarıyor, diğer gün çöp aramaya üşeniyor ve sessizce elimizden bırakıyoruz. Ahlaki standartlarımız yok, bir çok alanda olduğu gibi, ekonomik sahada da etiği içselleştirebilmiş değiliz.

Türkiye içinde bulunduğumuz süreçte krizden dersler çıkarmayı başarmış görünüyor fakat bütüncül bir ekonomik güçlenme için kamu politikalarından daha çok bireysel bilinçlenme önem taşıyor. El birliğiyle ekonomiyi büyütmenin, Dünya’ya hükmetmenin nihai hedef olup olmadığını açıkça tartışmak gerekiyor. Uğruna feda olduğumuz değerler, yoluna heba olduğumuz hedeflere dönüşüyor. Gelişim sürecinde bürüneceğimiz yeni halin daha insani bir biçim kazanması için bu dönüşüme dur diyebilmek önemli ve dur diyebilmek bir tercih yapmayı gerektiriyor. İkilemden çıkmayı, çoğulculuğa ulaşmayı ve aynı bünyede barındırdığımız çoğullar ile bir olmayı…

Önümüzdeki hafta, Türkiye üzerinden bireysel sorumluluklar konusunu genişleterek devam etmeye çalışacağım.

Kutsal saydıklarınızın selamı üzerinize olsun

*Ekonomik Kriz Haberlerine Sadeleştirilmiş Bir Katkı: KRİZ 101 (11.03.2012)
**Ülke ekonomilerinin krizden etkilenme derecesini, toplumdaki bireylerin günlük ekonomik sıkıntıları düzeyinde düşünmemek gerekiyor. “Ülke ekonomisi” makro bir yapıya gönderme yaptığından ölçüm kriterlerini de makro düşünmek faydalı olabilir. Gelir dağılımındaki dengesizlik, insanların bireysel refah seviyeleri gibi oldukça önemli olduğunu düşündüğüm konular bir başka yazının tartışma konusu olabilir.
***Faust İkilemi hakkında alternatif bir okuma için; ASHKENAS, Ron. (2011) “Sustainability’s Faustian Dilemma”
(!) Bu yazı ilk kez, ebedi dostum, edebi üstadım ve fikri muhalifim Cesur Sunar ile birlikte ürettiğimiz ikifikir isimli blogda yayınlandı. Hayatın farklı alanlarına dair denemelerimize ikifikir.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz.

11 Mart 2012 Pazar

Ekonomik Kriz Haberlerine Sadeleştirilmiş Bir Katkı: KRİZ 101

Faruk Uzun

Giriş

Ekonomik krizler –özellikle kapitalist ekonomik sistem içindekiler- yeryüzünde yaşanan depremleri andırıyor. Kimilerinin evleri yıkılıyor, yıkılan evler kimileri için yeni araziler anlamına geliyor ve küre dönüştüğü yeni haliyle dönmeye devam ediyor. Ta ki, varsayılan kıyamet gelip çatıncaya kadar.

Bu yazı; 101 ve 102 olmak üzere iki bölümden oluşacak. Okumakta olduğunuz birinci bölüm, bugünün ekonomik yapısına derin etkileri bulunan 2007-2008 ekonomik krizine dair sadeleştirilmiş bir anlatım içeriyor. 102 kodlu ikinci bölüm ise küresel ekonomik krizden sonra ortaya çıkan büyük resmi yorumlamaya ve bu resim içinde Türkiye’nin yapısal özellikleri bakımından bulunduğu konuma dair fikirler içerecek. Yoğun tartışma gündemleri içinde kısaltılmış okuma notları olarak gördüğüm iki bölümün, ekonomiden haz etmeyen zihinlerin güncel okumalarına bir katkı olacağını umuyorum.

Bu yazıyı ve daha fazlasını artık kişisel websitem farukfuzun.com adresinden takip edebilirsiniz.

Büyük Fayın Kırılma Noktası

2007-2008 ekonomik krizi, içinde bulunduğumuz ekonomik yapının oluşmasında küresel anlamdaki ilk kırılma olarak öne çıkıyor. En yalın haliyle “sanal ekonomi krizi” olarak isimlendirebileceğimiz bu süreçten bahsederek başlayalım: Mortgage krizi ismiyle de aşina olduğumuz kırılma noktasının magma tabakası, 11 Eylül saldırılarına kadar uzanıyor. Dünya gündeminde hala haberlerine rastladığımız saldırı siyasi-ekonomik anlamda mevcut algılarda öylesine depremler meydana getirdi ki, yaşanan devasa ekonomik depremleri dahi bu saldırıların artçısı olarak kabul edebilmek mümkün. Süreç, ikiz kulelerin yıkılmasından sonra Birleşik Devletler’in yeniden istikrar ve güven arayışıyla başlıyor.

Amerika Merkez Bankası bu dönemde piyasaları canlandırmak için faizleri yüzde 1’e kadar düşürdü.* Düşük faizli paraya iştahlı olan bankaların bu oranlarla milyarlarca dolar borç alması, bankaların elinde yüksek miktarda sermaye birikmesine neden oldu. Akabinde bankalar da kasalarındaki parayı daha yüksek faizler ile dağıtarak aldıkları borçlardan kar edebilmek için, müşteri aramaya başladılar. Konut talebinin yüksek olduğu dönemde, düşük faiz ve uzun vadeli Mortgage kredileri ile bankaların aradıkları müşteriler kapılarına geldi: Hane halkı. Konut fiyatları sürekli arttığından orta-üst sınıf aileler, düşük faizli Mortgage kredileri ile ev sahibi olmanın -sahip olacakları evin kısa sürede fiyatını katlayacağı düşüncesiyle- oldukça cazip olduğunu düşündüler. Kullanılan kredi tutarı arttıkça, konut fiyatları da aynı oranda artıyordu. Kredilerini ödeyemeyen ailelerin evleri, ipotek üzerinden mortgage sahiplerine kalıyor ve sahipler evleri yeniden satışa çıkartarak yeni müşteriler ediniyorlardı. Üstelik ev ipoteğe düşünceye kadar ödenilen kredi miktarı da mortgage sahibine kalıyordu. Evvel zaman içinde, kredilerini ödeyemeyen ailelerin sayısı arttıkça, mortgage sahiplerinin elinde kredi ödemelerinden gelen nakit paradan ziyade, konut ipoteklerinden oluşan beton yığınları birikir oldu. İpotekli evlerin sayısı arttıkça, fiyatlar düşmeye başladı.

Konut fiyatlarının düşmeye başlaması, orta-üst sınıf ailelerin zihninde kredili ev almanın uzun vadede kar getiren bir yatırım olmadığı düşüncesini doğurdu. Bu haklı düşünce sonrasında, mortgage kredilerine talep azaldı. Fakat ellerindeki dairelerle kala kalan mortgage sahiplerine, düşük faizle edindikleri borçlarını ödeyecek para lazımdı. 11 Eylül’ün Amerika ekonomi-siyasetine yönelik algıda meydana getirdiği depreme eşdeğer bir sarstını, bu kez bankaların müşteri algılarında meydana geldi. Daha önce borç ödeme yeteneği yüksek olan orta-üst sınıftan gelen başvuruları kabul eden bankalar, paraya olan ihtiyaçlarından dolayı orta-alt ve hatta alt gelir grubuna mensup sınıflara da mortgage kredisi vermeye başladılar. Hatta bazı bankalar, daha yüksek krediler kullandırabilmek için piyasa değeri 1 lira olan evlere 5 lira ipotek değeri biçtiler.** Tahmin edildiği gibi, çok geçmeden düşük gelirli yeni müşteriler de kredilerini ödeyememeye başladılar ve hane halkı-banka-yatırımcı üçlüsünü bir arada tutan fay, kırıldı: Yüksek miktarda kredi kullandırabilmek için değerinden yüksek gösterilen konutlar, yeniden ipotek olarak mortgage sahiplerinin eline geçti ve iş bu konutları satmaya geldiğinde, eldeki konutların 5 lira değil, yalnızca 1 lira ettiği gerçeği bir tsunami gibi tüm finans gökdelenlerinin cephelerini alaşağı etti. İnsanların karnı tokken masadaki tabakta bir düzine köfte olduğunu iddia edenler, karınlar acıkıp köfteler aranmaya başlayınca, tabakta yalnızca bir köfte olduğunu itiraf ettiler. Tok karnına kimse tabaktaki köfte sayısına bakmaya tenezzül etmez fakat açlık başa vurduğunda göz o tek köfteden başkasını görmez. Yaşanan ekonomik kriz, bütün karnı acıkanların tabaktaki tek köfteye saldırmasının yansımasıdır.

Onca Büyük Depremden Sonra, Kıyamet Yakın mı?

Yukarıda özetlenen ekonomik depremler ve köfte savaşlarının şiddetinin ve sayısının artması, doğal olarak söylentiler arasında kıyamet alameti olarak yayılmaya başladı. Son krizler kapitalist dünyanın kıyameti mi? Kapitalizm ölüyor mu?

Küresel ekonomi uzmanı Christopher Meyer, özel mülkiyeti ekonominin bir parçası olarak gördüğümüz sürece kapitalizmin ölmesinin mümkün olmadığını söylüyor ve ekliyor: Kapitalizm insan doğası için en uygun sistemdir. “En uygun sistem” ifadesine katılmasam da, kısa vadede bir kıyamet senaryosu öngörmek zor. Yaşanacak süreç, daha ziyade kapitalin dönüşümü olarak gerçekleşeceğe benziyor. Dönüşüm sürecinde eksilen parçaların yerine daha doğrularını koymak, faydayı tabana yayan enstrümanları sistem içerisinde dahil etmek kıyametvari bir yıkım gerektirmeden oluşacak yeni sistemi daha yaşanılabilir hale getirebilir.

Süregelen ekonomik kriz, üzerinden zaman geçtikçe yeni boyutlarını gün yüzüne çıkartıyor ve bizler yüzeye çıkan özne ve nesnelerden yeni bakış açıları, yeni örnekler ve yeni ibretler kazanabiliriz. Ekonomik ve sosyal sarsıntılarla mücadelede uzun vadeli ve kalıcı çözümler üretebilmek için, edindilen bu tecrübe ve kazançları küresel düzeyde ele almanın hayati önem taşıdığını düşünüyorum. Önümüzdeki hafta, bahsettiğim küresel ele alış üzerinden devam edeceğim.

Kutsal saydıklarınızın selamı üzerinize olsun.

*Merkez bankalarının faiz oranını düşürmesi -piyasanın daha düşük maliyetler ile borçlanmasını sağladığından- devlet ekonomilerinde yatırıma teşvik edici bir politika olarak kullanılır.
**Bankaların kullandıracağı kredi miktarında, kredi ile satın alınacak mülkün değeri ana belirleyici etkendir.
(!) Bu yazı ilk kez, ebedi dostum, edebi üstadım ve fikri muhalifim Cesur Sunar ile birlikte ürettiğimiz ikifikir isimli blogda yayınlandı. Hayatın farklı alanlarına dair denemelerimize ikifikir.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz.